Uzaylı Yazılar 38: Blut und Boden Hikâyeleri…

Bu Çağ Dergi > Genel > Düşünce > Uzaylı Yazılar 38: Blut und Boden Hikâyeleri…

Uzaylı Yazılar 38: Blut und Boden Hikâyeleri… - Levent Yılmaz

Siz siz olun sakın “biz topraktan bir canız” gibi o eskiden anlatılmış masalları bugün olup bitene teşmil etmeyin. Haddinizi bilin.

Kim, nerelidir? Buralı olmak nedir? Vatan nasıl bir şeydir?
 
Yerlilik, yani “otoktoni” meselesi Atina’nın büyük derdi olmuştu. Platon, Devlet’te ve Meneksenos’ta bu yerlilik meselesini çok tuhaf bir biçimde ele alır. Ona göre Atina, “yerin altında”, ki bu Yunanca “khtonos”dur, tüm kurumlarıyla, bugün nasılsa öyle, hazırlanmış ve bir anda yeryüzüne çıkıvermiştir. Toprak Ana’nın bağrından böyle, kendi kendine, yani “autos” şekilde, otomatikman (!) çıkıverivermiştir. Bugün gördüğümüz Atina’nın tüm kurumları, vatandaşları, özgürlüğü, erdemleri ve ne varsa, yeraltında kendi kendine oluvermiş ve toprağın bağrından fışkırıvermiştir yer üstüne. Bu yüzden de, Atinalılar arasında kan bağlı bir kardeşlik yoktur ama kan bağsız bir kardeşlik vardır: Bunu da sağlayan, aynı toprağın bağrından çıkmış olmalarıdır. Bu yüzden de Atina vatandaşları birbirlerinin kardeşleridir (“adelphoi”).
 
Bu efsane, aslında toplumsal barışı kurmak için icat edilmiş bir hikâyedir. Aslında, efsane, yani “mythos” da tam anlamıyla, “hikâye”dir. İnanılması iyi olacak bir hikâye. Doğruluk payı çok da önemli değildir, önemli olan, kişilerin hikâyeye inanmalarıdır. Hikâyeye inanmak onları birleştirir. Gerçek, ikincil önemdedir burada. Hatta belki de yoktur. Tabii bu farazî kardeşlik hikâyesi Thukydides’in gerçek olayları anlattığı Peloponnessos Savaşı’ndaki bir bölümle (III, 83-2) yerle yeksan olur: Korfu’daki (Kerkyra) iç savaşı anlatan Thukydides, güya o kan bağsız kardeşlerin birbirlerini nasıl boğazladıklarını anlatır. Kan bağlı kardeşliğe gelirsek: o yönetilmesi daha da zor bir meseledir, Habil ile Kabil’den bu yana… Kardeşler hadlerini bilecektir, haddini aşmayacaktır – sınırları zorlamayacaklardır!
 
Sınır aşma, haddini bilmeme meselesinin en çarpıcı anlatımlarından biri, yine bir kardeş katlini hikâye eden, ancak bu kez, kardeş katlini bir siyasi bütünün kuruluşuna yerleştiren ve bunu da ahlaki açıdan yargılamayı reddeden bir tarih metninde, Titus Livius’un Roma Tarihi’nde karşımıza çıkar. 1. Kitap’ın 6. ve 7. bölümlerinde anlatılan Roma şehrinin kuruluş hikâyesi, bir çok açıdan düşündürücüdür.
 
Romus ile Romulus, Alba ve Latin şehirlerinin çok kalabalık olduğunu, buna eklenecek çobanların da sayısını düşününce, kuracakları bir şehrin, nüfus açısından tüm diğer şehirleri geçeceğini düşünürler ve kimliklerinin açığa çıktığı yerde bir şehir kurmayı tasarlarlar. Ve fakat, lafa giren Titus Livius, bu hoş emelin, çok eski bir lanet tarafından engellendiğini ekleyiverir metne. Bu eski lanet, “hırs”tır. Başta gayet önemsiz, basit gibi görünen bir meselenin ölümcül bir kavgaya dönüşmesindeki birincil etken, hırs. Hırs, dolayısıyla, Titus Livius’a göre kadim bir lanettir. Titus Livius sözlerine devam eder ve bize, iki kardeşin “ikiz” olduğunu hatırlatır. Bu, önemli bir hatırlatmadır, çünkü anlaşılan o topluma has olan yaşça büyük olmaya bağlı öncelik, bu iki kardeşin şıkkında geçerli değildir. Sorun da işte burada, eşitler arasında çıkacaktır. Sorun nedir, pekiyi? Sorun, şehre kimin isminin verileceği ve şehir kurulduktan sonra onu kimin yöneteceği sorunudur (anlaşılan Roma, Atina gibi, fırt diye yerden bitmez!).
 
Titus Livius’un anlatısından, Romus ile Romulus ikiz olmasa, bu sorunun mesele çıkmadan yaşça büyük ağabey lehine çözüleceğini anlarız. Ama öyle olmaz. Yapılması gereken şey, o yörenin tanrılarına başvurup fal sonucunda belirecek kehaneti beklemektir. Romulus, Palatinum tepesini, Romus ise Aventinum tepesini gözlem yeri olarak seçer. Gözlenecek şey nedir? Kadim Roma’nın kehanet ve fal yollarından biri: Kuşların uçuşu ve davranışı. Söylenene göre, der, Titus Livius, ilk olarak Romus’e belirir alamet: Altı kuzgun görür.
 
Bu haber Romulus’e verildiği anda ise gökte bu kez on iki kuzgun belirir. Her iki kardeş de kendi destekçileri tarafından ânında kral (rex) ilan edilir. Romus ve hizbine göre alamet ilk onlara belirmiştir; Romulus ve yandaşlarına göre ise, alametin belirişinin önceliğinin bir önemi yoktur, önemli olan kuzgunların sayısıdır. Öfkeli bir ağız dalaşı başlar, bunu Titus Livius’un deyimiyle “tutkuların kızışması” sonucunda dökülecek kan izleyecektir. Kan dökmek, ikinci bir safhadır anlaşılan ve “tutkuların kızışması” sonucunda olur. Livius’un aktardığına göre, Romus, bu kargaşada şehrin yeni yeni yapılmakta olan surlarının üzerinden atlar ve öte tarafa geçer. Romus, haddini bilmez, sınırı aşar. Sınır aşımının sonucu, ölümdür. Kardeş bile olsa.
 
Romulus, kardeşini öldürürken, bunun bir örnek olması gerektiğini bildirir: “Kim ki benim surlarımı aşacaktır, sonu böyle olacaktır”. Romulus, tek kalır. Siyasi bütün bölünmemiş, güç ya da iktidar paylaşılmamış, tek elde toplanmıştır. Efsane elbette; ancak, efsaneyi aktaran Titus Livius’un anlatım tarzına baktığımızda bu katlin gayet soğukkanlılıkla aktarıldığını, bu konuda hiçbir ahlakî yorum yapılmadığını görürüz. Sanki, olması gereken, budur. Evet, böylelikle, Roma şehri, Romulus’un ismini alır, ve iktidarın tek sahibi o olur. O mu olur gerçekten? Bu soruyu sormak meşrudur, çünkü, metnin devamı, siyasi iktidarın kuruluş aşamasındaki bütünlüğün devamı için başka unsurları devreye sokar (1.8). En temel unsur, tekrar efsanevî geçmişe dönmektir. Herakles’in işleri hatırlatılır ve Yunan dinine has ritler devreye sokulur ilk olarak. Bu elbette, bir kurban ritidir. Öncelikle Herakles, Roma’nın kurulacağı yerde, efsanevi zamanlarda bir sunak inşa etmiş ve kurban ritini ve onu izleyen şölenleri tesis etmiştir.
 
Romulus da bunu tekrarlar. Sonra ne olur? Romulus yandaşlarını bir mecliste toplar. Livius’un deyişiyle, “ortak hukuk ve âdetlerden başka hiçbir şey insanları tek bir siyasi vücut haline getirmediği için”, Romulus onlara bir kanunname verir (aslında sözü edilen şey, kanunlar bütünü ya da vücudu’dur; daha sonraları bu kanunlar vücudunun “ruhu”ndan da söz edilecektir).
 
Bu amaçla, bu kanunlara uyulmasını sağlamak için Romulus on iki lictor atar (lictor, “bağlayıcı” anlamına gelir, bir yanıyla Osmanlı’daki “baltacı”ya denk düşer; asli görevi siyasi bütünü korumaktır). Ardından, şehir surlarının inşaatı vakt-i zamanın Toki’si sayesinde son hızla devam eder, ancak, şehrin korkulacak bir güç olmasını sağlayacak yeterli nüfus yoktur. Livius, metne yine ilginç bir müdahaleyle, şöyle bir cümle serpiştirir: “Şehir kurucularının kadim siyaseti, kökenleri muğlak ve alt tabakalardan birtakım kişileri bir araya getirip, ardından da bunların toprağın çocukları olduğu efsanesini yaymaktır” (bu cümle, Platon’un Devlet’ine, yani otoktoni hikâyesine bir göndermedir). Romulus da aynısını yapar; komşu ülkelerden özgür veya köle kişilerin kaçıp buraya gelmesini teşvik eder. Şehrin büyüklüğünü sağlayacak nüfus büyüklüğü de böylelikle sağlanır. Romulus bu mültecileri (ki anlaşılan bunlar aile ya da sülaleleriyle gelmiştir) bir araya getirir ve bu aşiretlerin reislerinden yüz adedine (belki de zaten o kadarlardı) “patres” adını verir ve bunların meclisine de “senato” der. Patres, yani babalar, aynı zamanda “yaşlı” (seniles) oldukları için “yönetici” olurlar. Yani Roma, kardeşini katleden birinin yanında toplanan çete reislerinin ve soyları belirsiz kaçaklarla mültecilerin soylu senatörler haline dönüştürülmesiyle doğar.
 
Devletin bekası için kardeş katli, bu topraklarda az görülmüş şey değildir. Kardeşlerin iktidarı kolay kolay ve sorunsuz bölüşmesi de çok görülmüş bir şey değildir.
 
Tarih benzerlikler sunar gibi görünse de, aslında tekildir. O yüzden siz siz olun sakın bu “tek adam”lar, “damarlarımızdaki asil kan”, “biz topraktan bir canız” gibi o eskiden anlatılmış masalları bugün olup bitene teşmil etmeyin. Haddinizi bilin. Vampirlere de inanmayın!
 

 

Kaynak: www.platform24.org
Kapak Görseli: blackrabbitkdj (Pixabay)

 

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paylaş
Bağlantıyı kopyala