Biz hâlâ dangalak Montaigne’i okumanın ne ilahi bir şey olduğunu düşünüyoruz bir yandan da Webb teleskopunu uzaya gönderiyoruz. Sersem tilkileriz.
Bir arkadaşım, Mark Lilla, cehalet ve mutluluk üzerine bir kitap yazıyordu. Bilmezsen, mutlusun diyen görüşe karşı, bilirsen mutsuzsun ama bu yüzden mutlu olabilirsin diyen iki görüşün çarpıştığını konuşurduk. Montaigne tabii, bu konuda şaheserdir.
“Yamyamlar” başlıklı bölümün sonuna doğru Montaigne tersine bir yolculuğu aktarır. “Önceden gidilmiş ve doğru” yollarından ayrılmış ve Fransa’ya kralı görmek üzere gelen üç yerli söz konusudur. Bu anlatı bir kez daha adaletsizlik ve zulümle, ama aynı zamanda yenilikle de dolu eski dünyanın durumunu ele verir: “[Yerlilerden] üçü, okyanusun öte tarafının yoz halinin sükunetlerine, mutluluklarına ne kadar zarar vereceğini ve bu yüzden yıkıma uğrayacaklarını bilmeden, ki bu yıkımın ne kadar ilerlediğini ben şimdiden biliyorum, IX. Charles oradayken Rouen’a geldiler (yeniliği tatma isteğine kapıldıkları, kendi hoş yurtlarını bırakıp bizim yurdumuza geldikleri için epey sefildiler).”
Bilme, görme ve seyahat etme yenilikle özdeşleştirilir, sanki Montaigne hareketsizliğe övgü düzüyor gibi bile değildir, basbayağı hareketsizliğe övgü düzer (peki kısa bir süre sonra, İtalya Seyahati’ne çıkmayacak mıdır?). Zaten kımıldama, hareket etme, kıpraşma, bolluk, aşırılık rahatsız eden sözcüklerdir. Sadece “olmak” gerekir zira “hayvanlara bakarsak, zihnimizin çalkantılarının bize ne çok azap çektirdiğini yeterince göstermektedirler.” Hayvan hareket eder, zihin? Etmesin!
Oysa huylar zamanın hareketiyle hareket eder, yeni bir şey getiren her gün insanın çeşitli fikirler arasında yüzmesine ve “hiçbir şeyin serbest, kesin ve sürekli olmamasına” neden olurlar. Burada süreklilik ve mutlak’ın özgürlükle özdeşleştirildiği kesindir. Böylelikle Brezilya’da oturanlar söz konusu olduğunda: “Brezilya’dakilerle ilgili olarak sadece yaşlılıktan öldükleri konusuna gelince, ortamlarının hareketsizliğine ve sakinliğine bağlanır bu, bense bunu daha ziyade her tür tutkudan, gerilimli ya da hoş olmayan her tür düşünce ve uğraştan arınmış ruhlarının sükunetine bağlarım: Yazı-çizi, yasa, kral, herhangi bir din olmadan, hayatlarını hayranlık verici bir sadelik ve cahillik içinde geçirdiklerindendir bu.”
Denemeler’in 42. bölümünde, yeni şeyler doğrudan “kuşkulu” şeylerle özdeşleştirilir; bunun nedeni seçme güçlüğüdür, çünkü Montaigne’e göre ilk neden “insan yargısının aptalca” oluşudur.
Gerçekten de insan yargısı zayıftır, kifayetsiz, bıktırıcı, vasattır, çünkü şeyleri iyilikleri ya da yararlı oluşlarına göre değil “nadir olmaları, yenilikleri ya da zorluklarına göre” değerlendirir.
Montaigne’in yeniliğe karşı çıkışında akıl almayan bir temel, tamamen dinsel bir nitelik vardır: “Eğer canlı bir iman sayesinde Tanrı’ya bağlıysak; Tanrı’ya bizim değil onun sayesinde bağlıysak; tanrısal bir yönümüz ve temelimiz varsa, insanların girişimlerinin kendi başlarına bizi alaşağı edememesi gerekir; gücümüz bu kadar zayıf bir saldırıya teslim olacak kadar az mıdır, yuh!; yenilik aşkı, Prenslerin zorlamaları, bir grubun iyi talihi, kanılarımızın zayıf ve tesadüfi değişiklikleri, inancımızı sarsıp zayıflatmamalıdır; inancımızı yeni bir düşüncenin ve bütün bir Retorik’in değil, bir ikna çabasının insafına bırakamayız; şaşmaz ve değişmez bir kararlılıkla bu saldırıların üstesinden geliriz.”
Yenilik düşmanlığı dinselliğin derin doğasından mı ileri gelir? Dinselliğin önceliği, şimdiki zamanda yaşayan şeylerin seçiminin önüne geçen ve her zaman ve herkesçe paylaşılan genel yasa ya da değişmez kural olarak kabul gören kurucu bir geçmişin, egemen bir geleneğin önceliğini de gerektirir. Aynı ana kökene ait olmak ile bu kökenden ayrı bir zamanda yaşamak halinin birbirine eklemlenmesi ve ayrışması, Marcel Gauchet tarafından geleneğin sürekliliği ve dinsel bağlılık olarak tanımlanmıştır: “Varoluşa anlam veren şey bizden kaynaklanmaz, önce’den ileri gelir, bizim gibi insanlardan değil, farklı doğaya sahip varlıklardan ileri gelir; bu varlıkların farklılığı ve kutsallığı onların yaratıcı olmalarıdır, oysa onlardan sonrakiler sadece takipçiler olmuştur […] Kısacası kaynak dışarısıdır, kural da değişmezlik’tir.”
Denemeler’in ikinci kitabında, 12. bölüm olan “Raimond de Sebonde’a Methiye” adlı bölüme doğru, Montaigne kendi zaman ve ebediyet görüşünü açıklar; bu görüş de birçok ögenin tuhaf bir karışımı gibidir. İşe Lucretius’u alıntılayarak başlar (De rerum natura, V, 828-831):
Zira zaman bütün dünyanın doğasını değiştirir,
Ve her şey bir durumdan bir başkasına geçer er geç.
Hiçbir şey kendiyle aynı kalmaz, her şey geçer,
Doğa dönüştürür ve her şeyi değiştirir.
Montaigne’in evini yaptığı bu dünyada hiçbir şey kalıcı değildir. Çocukluk ölür gençlik olur, gençlik de yaşlılık: “Dünün günü ölür bugün olur, bugün de ölecek yarın olacaktır; kalan hiçbir şey yoktur, hep aynı kalan bir şey yoktur.”
Herakleitos’u alıntılar Montaigne ve devamlılık üstünde durur: Ateşin ölümü havanın türemesi demektir; havanın ölümü de suyun. Oysa, der, bir ömür boyunca biz tek ve aynı kalıyoruz. Peki o halde insan neden kendisine ters isteklere kapılır, bir gün bir şeyi öteki gün başka şeyi sever?
Bunun nedeni duyuların yanıltıcı olmasıdır: Görünüşlere aldanır, gerçek olan şeyin niteliği hakkında yanılgıya düşeriz. Gerçek olan şey ebedi olan şeydir. Ebediyet hiç doğmamıştır, asla bitmeyecektir: Zaman ebediyete zarar veremez, onu bozamaz. Zaman –Montaigne Timeaios’u izler– “bir gölge gibi ortaya çıkan, akıcı ve sürekli hareket eden, asla olduğu gibi ve sürekli kalmayan” hareketli bir şeydir;
“şu sözcükler ona aittir: ‘Önce ve sonra’, ve ‘oldu ve olacak’, bunlar onun ‘olan’ bir şey olmadığını gösterirler öncelikle; zira daha olmadan ya da olmayı bıraktığı halde onun olduğunu söylemek büyük bir aptallık ve tam bir yalan olurdu.
Ve şu sözcükler: Şimdi, an, hemen, bu sözcükler, akıl onları kavradığı anda yok olduklarından, zamanın kavranışını biz temellendiriyor ve destekliyoruzdur: Zira bu anlayış zamanı içeriksizleştirir ve onu gelecek ve geçmiş olarak böler, sanki onu mutlaka iki bölümde görmek zorundadır. Tıpkı zaman gibi, zaman sayesinde ölçülen doğa için de aynı şey söz konusudur. Zira onda da kalan hiçbir şey yoktur, içi dolu herhangi bir şey yoktur; işte doğan, doğmakta olan ya da ölen her şey de öyledir.”
Doğmamış olan ve ölmeyecek olan tek varlık Tanrı’dır, zamansal kategoriler ona uygulanmaz; türetmeyi, geçişi, kusurları içeren zamansal kategoriler sadece kusurlu varlıkları ilgilendirir: “Bu yolla Tanrı’nın yalnız olduğu sonucunu çıkarmak gerekir, kesinlikle herhangi bir zaman ölçüsüne göre değil, zamanla ölçülmeyen, herhangi bir hesaba kitaba gelmeyen, hareket etmeyen, durağan bir ebediyete göre; bunun öncesinde hiçbir şey yoktur, sonra da olmayacaktır, önü yoktur ötesi yoktur, daha yenisi ve daha yakın zamanlısı yoktur, dolayısıyla bir tek şimdiki zamanıyla bütün zamanları dolduran gerçek bir varlıktır; onun dışında gerçekten olan hiçbir şey yoktur; onun dışındaki her şey için oldu ya da olacak denebilir, ama o başlangıcı ve sonu olmayandır.”
İnsan ancak Tanrı’nın iradesiyle hareket eder, bir tek Tanrı onu yükseltmeye karar verebilir; ancak bu yüksekliğe, bu mutluluğa ulaşmak için insan dünyevi araçlardan vazgeçmelidir.
Montaigne buradan bu mucizevi dönüşümün ancak Hıristiyanlıkla olabileceği ve –tıpkı Petrarca’daki gibi– Stoacıların yöntemleriyle olamayacağı sonucuna ulaşır. “Raimond de Sebonde’a Methiye” Montaigne’in doğal ilahiyâtı, dünyayla bir bütün olmayı düşleyen ve böylece o azap verici yazma işine giriştiğini söyleyen Yves Bonnefoy tarzında geliştirir: “Peki hangi iş kalmıştır ona, sevdiği ve dile getirmek istediği dünya önünde aklına sorular takılan o kişiye? Onunla bir olmak bile ne sonsuz bir iştir! Daha çocukluktan itibaren tasarlanan ve gerçekleştiği hayâl edilen ve tamamlandığı görülmeden ölünen bir iş!”
Montaigne’in modeli bu dünyada bulunmaz: Dünyanın öncesi’ne yerleşmiştir, hep beride varolur. Düşüncesi, aşkınla eşleştirilen geçmişin önceliğiyle yönlendirilir. Sonrası ise vahiy ve İsa’nın gelişiyle belirlenmiştir: Tanrı dünyaya müdahale etmiştir, öyle ki Cennet’ten kovulan insan için en iyi şey, eski yasaların varlığını anlamlandırdığı bir durumda yaşamaktır. Buna karşılık “yeni”nin anlam alanı, bir meydan okuma gibidir; insanın sakin, istikrarlı, huzurlu bir ortamda yaşamasını sağlayabilecek ve ona pek de mümkün görünmeyen dünyevi mutluluğu verebilecek yasaların gerekliliği konusunun soruşturulması buradan ileri gelir.
Montaigne bu konuda Eskilerin görüşlerini yeniden ele alır; örneğin Epikuros’a göre en kötüleri de dahil olmak üzere yasalar insan topluluğu için o kadar gereklidir ki onlar olmazsa insanlar birbirlerini boğazlar.
Platon’a gelince, Montaigne’in aktardığı kadarıyla, yasa olmadan insanların hayvanlar gibi yaşayacaklarını düşünür. İnsan zihni “serseri, tehlikeli ve zayıf” bir alettir, ona “düzeni ve ölçüyü” eklemek gerekir; onun karşısına “olabildiğince zor engeller” koymalı ve genişleyişine, özgürlüğüne sınır çizilmelidir. Bir tek sözcükle, onu eğitmek, eğmek, bükmek gerekir. Terbiye etmek: Nasıl bir seyis atı terbiye ederse, öyle. Siyaset yani!
Ama insan zihni, o karanlık, uçucu kaçıcı nesne (bir nevi UFO) her girişimden kurtulur: “Onu dinlerle, yasalarla, geleneklerle, bilimle, yönergelerle, ölümlü ve ölümsüz acılar ve ödüllerle eğip bükmeye, ehlileştirmeye çalışırız: Ama yine de uçuculuğu ve kaçıcılığıyla bütün bu bağlardan kurtulduğunu görürüz.”
Bununla birlikte az sayıda da olsa düzenli, güçlü ve güvenilecek ruhlar vardır. Bu ruhlar “ılımlılık içinde ama zayıflığa düşmeden kendi yargılarını, herkesin kanılarından öteye götürebilir. Onları kılavuz almak çok doğrudur.”
Öznellik ve kendi yeteneğinin peşine düşme isteği içinde tehlikeler barındırır; demek ki doğru yolu tutmak, onu izlemek ve ondan ayrılmamak gerekir. Her zaman “olduğu gibi alışılmış gidişata iyice sarılmak, o zıvanasından çıkmış başıboşluğa kapılmaktan daha iyidir.”
Bu yüzden güçlü ve o nizamlı intizamlı büyük ruhları, yanlış yola sapmamak ve asla tam olarak olmasa da bilgeliğe ulaşmak için, izlemek gerekir. Montaigne kendi zihninin de uçurumun kıyısında olduğunu bilir. Düşmemek için yenilikten kaçınmak gerekir: “Oysa kendi uçuculuğumu bildiğimden, kaza eseri bazı değişmez kanılar oluşturdum ve bu ilk doğal kanılarımı hiç bozmadım. Zira yenilik nasıl görünürse görünsün, değişirken kaybedeceğimden korkar ve kolay kolay değişmem.”
Seçim yapmanın, karar vermenin zor olduğu durumlarda ise, izlenecek birini olduğu gibi izlemeyi yeğler. Montaigne döneminin buhranları sırasında, etraftaki zorlukları aşmak için geçmişe tutunduğunu beyan eder: “Tanrı’nın inayetiyle işte böylece kendi birliğimi, yüzyılımızın ürettiği onca tarikat ve hizip arasında herhangi bir bilinç buhranı ve huzursuzluğu çekmeden dinimizin eski inanışlarıyla korudum.”
Montaigne düşüncesini yönlendiren dinsel temel iki açık kanıt belirler: Hakikat zaman-dışından kaynaklanır, insan bilgisi ise sadece alışma’dır. Demek ki insan bilgisine, dönemlere ve yerlere göre hile karıştırılabilir. Bu nedenle Montaigne Eskilere hem muazzam hem de mesafeli bir saygı besler, özellikle fizik ve doğa bilimleri konusunda: “Eskilerin yazdıkları, iyi, dolu, sağlam yazılardan söz ediyorum; aklımı çeler, beni neredeyse alır götürürler; benimki ise pek sığ görünür; bunlar birbirlerine zıt bile olsalar, yeri gelir hepsi haklı çıkar.”
Örneğin insanlar yüzyıllardır belli bir gök tasavvuruna inandılar; bu tasavvurun, Ptolemaios tasavvurunun, daha o zamanlar Samoslu Kleanthes ya da Syracusalı Niketas’ın şahsında cisimleşmiş eleştirmenleri vardı; bunlar “kendi ekseni etrafında dönen takımyıldızın oval dairesiyle yerin döndüğünü” iddia ediyorlardı. Peki ya bugün? “Copernicus bu öğretiyi öyle iyi yerleştirdi ki her tür astrolojik sonuca uyguladı.” Peki ya gelecekte? “Bundan ne çıkarmalıyız? İkisinden hangisini seçmemiz gerekir? Peki bundan bin yıl sonra üçüncü bir düşüncenin bu ikisini yıkmayacağını kim bilebilir?”
Montaigne böylece bilimsel alanda bile bir ilerlemenin olasılık koşullarını yıkmış olur. İnsan idraki asla hakikâte ulaşamayacaktır; zaman, bilgi açısından önemli bir etmen değildir: “Böylece yeni bir öğreti karşımıza çıktığında, bundan çok sakınmamız gerekir ve ortaya çıkmadan önce onun karşıtının yaygın olduğunu düşünmemiz gerekir; ve o öğreti bu öğretiyle yıkılınca gelecekte bu ikincisini yıkacak üçüncü bir öğreti de icat edilebilir.”
Kısacası yenilik burada da olanaksızdır, çünkü yeni sürekli olarak eskiyecektir. Biz ise hâlâ bu dangalak Montaigne’i okumanın ne ilahi bir şey olduğunu düşünüyoruz (ölmeden önce okunması gereken 100 kitap: Denemeler!) bir yandan da Webb teleskopunu uzaya gönderiyoruz. Sersem tilkileriz.
—–
Kapak Görseli: Alexas Fotos (Pixabay)
Kaynak: Platform24
Şununla paylaş: