Hemen öncelikle bu metnin bir rehber olma iddiasında bulunmadığını, sadece yazarının dünyadaki ve ülkemizdeki siyasal, kültürel ve ekonomik gelişmelerle ilişkilendirerek, sadece şiirin kendi içsel sorunlarıyla uğraşmakla yetinerek ulaşmadığı, aksine şiirin bireysel ve toplumsal diklenmenin başlıca yollarından biri olduğunu düşünerek ulaştığı kendi poetik anlayışının bir tür serimlenmesi olduğunu belirtmeliyim. Bu yazının olsa olsa şöyle bir iddiası olabilir: Şiir yazmak artık sadece poetik (yani poetikayla sınırlı) bir iş olmakla sınırlandırılamaz, dünyayı ve çağı acımasız bir eleştirel gözle değerlendirmekle de ilişkili olduğu unutulmamalıdır. Bu tarih, şiir tarihi, geleneğin bilgisi kadar içinde yaşadığımız çağın bizi de etkileyen hatta belirleyen hatta yönlendiren koşullarını da fark etmekle, değerlendirmekle, hatta bütün bunlara karşı kendi konum ve tavrımızı belirlemekle ilişkilidir. Şiir artık sadece poetik bir iş değil, bireysel ve toplumsal konumumuzu, duruşumuzu da dikkate alması gereken “politik” bir iştir. Felsefi bir iştir. Ve elbette yaşamsal bir iştir. (Öyle sanıldığı gibi kendi bireysel duygularımızı ya da düşünce kırıntılarımızı boca ettiğimiz, üzerinde pek de düşünmeden yapılıveren keyfi ve rastgele bir etkinlik değildir.)
Bu Çağ Nasıl Bir Çağ?
Daha tam olarak tanımlanamadığından nasıl adlandırılacağı konusu üzerinde de henüz anlaşılamamış, kimileri tarafından Hakikat-Sonrası (Post-Truth), kimileri tarafından İnsan-Sonrası (Post-Human) kimileri tarafındansa Transhumanism Çağı olarak nitelenen bu çağın her şeyden önce bir geçiş dönemi çağı olduğunu söylemeliyiz. En azından şu son 10 yıllık dönemin. Zira henüz yeni bir çağın eşiğinde olduğumuz şimdi şu anda içinde bulunduğumuz dönem bütün eski insani değerlerin altüst olduğu, insanlığın eski görmüş geçirmiş olduğu bütün çağlardan bambaşka bir çağ olduğu, zira bu çağın insanlığın bütün geçmiş tarihinin mantığından, meselelerinden, ufkundan ve kavrayışından bir “kopuş” olduğu, birdenbire eski meselelerin çöpe atılıp birçok filozofun eskidiği ve ıskartaya çıktığı, bu çağla birlikte ilk defa insanın kendi insanlık özelliklerinden kopma/koparılma aşamasına geldiği dikkatlerden kaçmamalıdır. Demem o ki, ilk defa bu dönemde insan kendi insani niteliklerinden ve biyolojisinden koparılma ve insan değil de bambaşka bir şey olma tehlikesiyle karşı karşıya. Örneğin, geçenlerde bir gazetede okumuştum: Dahi teknoloji insanı (bilim insanlığıyla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını vurgulamaya çalışıyorum) Elon Musk, bir çip geliştirmiş. Bu çip felçli insanların beynine yerleştirildiğinde o felçli insanların felci iyileşecekmiş. Yani felçli kol felçsiz kol haline gelecekmiş. Bu ilk bakışta insanlığa yararlı olumlu bir gelişme olarak görülebilir. Ama şu da unutulmamalıdır ki insanın sağaltılması yüce duygusuyla pek de ilişkilendirilemeyecek bu türlü tıbbi teknolojik “icatlar” insanların yüzyıllardır deneyimleyerek yaşadıkları insani deneyimleri ortadan kaldıracak, insanın hem duygusal hem düşünsel hem de yaşantısına ait deneyimleri yok ederek insanın duygu ve manevi dünyasını yoksullaştıracaktır. Bütün bunlar insanın çalışma hızını, çalışma kapasitesini ve en önemlisi de verimliliğini artırma çabasıdır. Robotlar hastalanmaz bozulur; bu durumda da bozuk parçalar yenisiyle değiştirildikçe robot yeniden eski verimliliğine kavuşur. Böyle bakılınca protezlerin (yani yapay kalp, yapay uzuvlar) insanların yaşam kalitesini artırmaktan ziyade onun verimliliğini, üretme kapasitesini, dolayısıyla ekonomik değerini geliştirme çabası, insanı makine ile insan arasında bir yere konumlandırma girişimi olarak değerlendirilmelidir. İnsanlar artık iyileştirilmiyor, tamir ediliyorlar.
Neoliberal ekonominin ve neoliberalizm çılgınlığının azgınlaştığı, önüne gelen her şeyi, her değeri, her insanı ekonomik ölçütlerle ölçüp biçtiği bu çağı en iyi tanımlayan belirlemelerden birisi de şu: “Avusturya doğumlu Friedrich von Hayek’in (1899-1992) teorilerine dayanan ve 1950’lerden 1970’lere kadar Chicago Üniversitesi’ndeki ekonomistler tarafından inceltilen neoliberalizm, özünde nesnel ekonomik ölçütleri öznel yargıların yerine koymayı amaçlar. Ya da Londra’daki Goldsmiths College’da ekonomi profesörü olan William Davies’in 2014 tarihli çalışması The Limits of Neoliberalism’de belirttiği gibi, bu düşünce okulu “siyasetin büyüsünü ekonomi aracılığıyla bozma”nın peşindedir.” (Neoliberalizm Sanat Görüşümüzü Çarpıtıyor – Başka Seçenek Yok mu?, Scott Reyburn, e-skop, 3 Ekim, 2021)“Davies’e göre “niteliklerin niceliklere çevrilmesi”, “ekonomik ve teknik ölçütlerin, eleştirel değerlendirmenin” yerine konması, “fiyat sistemi”nin baş yargıç konumuna getirilmesi, kurumların pazar yerlerine, bireylerin ise rakip yarışmacılara dönüştürülmesi, neoliberalizmin daha verimli ve üretken bir toplum vizyonunun ayırt edici özellikleri. Şu an sanat dünyasında olup bitenlerin büyük kısmına da aynı değerler yön veriyor.” (agy) Bu alıntıların ilkinde aslında çok önemli bir tespit bulunuyor: “neoliberalizm, özünde nesnel ekonomik ölçütleri öznel yargıların yerine koyar.” Bu insana ait her şeyin, duyguların, değerlerin, düşüncelerin, yaratıcılığın biler ekonomik ölçütlerle değerlendirilerek ekonomik ürünler olarak görülmesine neden oluyor. Prekaryanın sermayesi kendisidir, prekarya dediğim güvencesiz çalışanlar ki sanatçılar, yazarlar da neoliberalizmin dayattığı koşullara boyun eğmedikleri sürece güvencesiz hayatlara mahkûmdurlar. Üstelik bu “azgın” düşünce ve yaşam dayatması bireyciliği (dolayısıyla tek başınalığı) körükleyerek insanların bir araya gelmesini de engelliyor. Bireysel performans baş tacı edilirken topluluk olarak bir arada yaşamanın imkânsız olduğu iması öne sürülüyor. Söylenen sözler (en hakiki söz olması gereken şiir bile) birer performansa indirgeniyor. Şairin ayırt edici özelliğinin hakikati dile getirmek olması gerekirken, şair bir dil işçisi olmaya, ilginç sözler üreten bir tür meddahlığa ve içe kapalı bir uzmanlığa zorunlu bırakılıyor. Bunu hiç fark etmeyenler bu çağın şartlarının onlara sunduklarını kabul edip hiçbir etik sorgulamaya girişmeksizin kendileri için belirlenen yolda gelip geçici başarılar kazanmaya, sahte (belki de hayali demeli) bir hayat sürmeye devam ediyor. Şiir asla ve asla ilginçlikle ya da güzel olmakla değil, hakiki olmakla mükelleftir. (Güzellik atık şiir söz konusu olduğunda konu dışıdır.)
Bu iki özelliğinin yanı sıra bu çağın bir başka özelliği de yaşantıların artık gerçek olamaması, gerçekliğin soyutlaşıp zihinselleşmesi, somutun kaybolması, somutla direkt, dolaysız bir ilişkiye girilememesidir. (Araya hep hazır anlamlar, imajlar, ön yargılar ve kapitalizmin kalıpları giriyor. Şiir doğası gereği sosyalist ve ortaklaşmacıdır.) Bu da hakikatin ve şiirin fışkırdığı gerçeklikle temasın imkânsızlaşması anlamına geliyor. Temasın, eylemin, somutun olmadığı yerde hayat yoktur, canlılık yoktur, his yoktur, dolayısıyla varlık yoktur. Hayatın, gerçekliğin ve anlamın oluşması gerçeklikle temasın mümkün olmasına bağlıdır.
Temas, Yaşantı ve Dil
Şiirin en kadim, en eski meselesi, ayrıca hem de menşeidir: Yazılan her dizenin arka planında bir yaşantı olmalıdır. Şiirin gerçeklikte doğrudan bir karşılığı olmasa da mutlaka bir izi olmalıdır; ya da şiirde gerçekliğin izi, tortusu ve gölgesi olmalıdır. İşte bu karşılıklılık temastan fışkırır. (Dilin kökeninde de temas vardır. Önce temas, sonra duyu gelir, sonra duygu, daha sonra da anlam oluşur. Önce duyu, yani imge, sonra düşünceyle birlikte kavram.) Anlamın oluşması, dolayısıyla da gerçekliğin kodlarını çözüp onunla uyum içine girmemiz anlak temasla mümkün olabilir. Ne var ki günümüzde artık gerçeklikle/somutla direkt, hatta çıplak temas, gerek kültürün, gerek sistemin, gerekse de bilginin, yani uygarlığın araya girmesiyle çok zorlaşmıştır. Anlam kodlanmış, kategorilere (kompartımanlara) ayrılmıştır. Göz matlaşmış, el nasır tutmuştur. Nasır tutmuş el yeterince hissedemez. Hissetmek gerçeklikle ilk ve doğrudan temas sonucu oluşur. Elin nasır tutmasına, dediğim gibi kültür, sistem ve hazır anlamlar neden olur. Nasır bütün bunlardır. Nasır aşırı-kültürdür. Aşırı-kültür gerçekliğin canlılığını yok eder. Demek ki çağımızın (ve şiirin) günümüzdeki en büyük sorunu gerçeklikle dolaysız, ön yargısız ve çıplak (yani ilksel) ilişkiye girmekte yaşadığımız zorluktur. İlişki gerçek değilse hayat da gerçek değildir; düşünce de, kavramsallaştırma da. Bu çerçevede şunu da demeliyiz: Gerçeklikle insan arasındaki mesafe büyümüş, gerçeklikten uzaklaşmışızdır. Araya bir sürü katman girmiştir. Yıllardır Kazıcılık demem ya da gerçekliğin kabuklarından soyulması gerektiğini söylüyor olmam da işte bundandır: Şiir, gerçekliğin kabuklarını soymak, özüne ulaşmakla mümkündür. Kabuk ise aşırı-kültürdür işte.
Yıllar önce 1995’te arkadaşlarımla birlikte çıkardığımız Göçebe’nin ilk sayısında yazdığım “Şair Yeniden Barbarlığa Dönmelidir!” başlıklı yazımda da bunları söylemiştim. 95’te yani 26 yıl önce. Hâlâ aynı yerdeyim. Ben kımıldamadım, dünya döndü dolaştı bulunduğum yere geldi. Medeniyet, o yazıda da belirttiğim gibi, medine kelimesinden türer ve medine şehir demektir. Yani medeniyet (yani uygarlık) şehirde yaşayanlara mahsus bir şeydir. Şehirde yaşayanlar, yani medeni olanlar, şehrin dışında olanları barbar olarak niteler. Barbarlar medeniyete dâhil ve ait olmayanlardır. Medeniyet, şehre özgüdür. Oysa şair medeni olmayan, barbar olandır. Yerleşik değildir, kırda dolaşarak, belirli bir yere ait olmadan yaşar. Bu bakımdan doğal olarak medeni değil, barbardır. Hele bu neoliberal uygarlıkta mutlaka barbardır, zaten öyle de olmalıdır. Şairin doğası bu çağın uygarlığına doğası gereği uygun ve uyumlu değildir. İnsanın dünyayı insanileştirmesi olduğuna inandığım kültür insan icadı olmasından (yani doğal olmamasından) ötürü yapaydır (sanaldır da denilebilir). İşte bu icat yani kültür yüzyıllardan sonra aşırılaşmış, insanın doğayla ve gerçeklikle ve hatta insanla ilişkisini belirler hale gelmiştir. Kültür ve uygarlık artık insan-karşıtıdır. İnsana karşıdır. İnsanın saf ve ön belirlenimsiz ilişki kurmasının önünde engel oluşturmaktadır. Bu yüzden yeniden barbarlığa dönme zamanı gelmiştir şairin. Çünkü hakiki temas ön belirlenimsiz olabilir.
Şimdi basit bir örnek vereyim: Herkes bilir, ateşe elinizi tuttuğunuzda eliniz yanar. Bu herkes için geçerli bir bilgidir. Diyelim, bunu birine söylediniz. O bunu denememişse, yani elini ateşte yakmamışsa, bunu deneyimlememişse, bir yaşantı olarak yaşamamışsa bu onun için gerçek anlamda bir bilgi değil sadece bir malumattır. Bunun gerçekten bir bilgi olabilmesi için insanın gerçekten elini ateşe sokup yanmış olması gerekir. O zaman bu bir malumat olmaktan çıkıp hakiki bir bilgi halini alır. Kültür işte bir malumat haline gelmiştir, gerçekten yaşanmayan hiçbir şey malumat olmaktan kurtulamaz. Bu yüzden şiir malumatla (yani kitaplara, önceki şiire ve kavramlara dayanarak) yazılamaz, ancak yaşantılara dayanarak yazılabilir. Somutu deneyimleyerek yazılabilir. Dediğim şu: Hakikat temastan fışkırır, demek yaşantıdan, demek gerçek bilgi, yani şiirsel bilgi deneyimle elde edilebilir, önceki şiirlere yaslanarak değil. Gelenek çoğu zaman boğucu ve kısıtlayıcıdır. Belki bir faydası varsa, o da şairini gideceği yolu bulmasında ona yardımcı olmasıdır. Yani şair geleneğin labirentlerinden ancak ve çoğu zaman geleneği reddederek çıkabilir. Gelenek şiirin uygarlığı ise, deneyim şiirin barbarlığıdır.
Öyleyse bütün bunlarda sonra şairin karşısına dil probleminin çıkması kaçınılmazdır. Bu çağda, yani her şeyin dolayımlı olduğu, kültürün bu dolayımlılığın faili ve müsebbibi olduğu bu çağda, bu her şeyin ekonomik ölçütlerle değerlendirildiği bu vahşi çağda şairin kesinlikle bu çağın “teknolojik” dilini kullanmaktan uzak durması gerekir. Ki bu teknolojik dil derinlikten uzak, hazır kalıplara dayalı bir dildir, dolayımlıdır. Şair bu dilden kaçınmak için doğrudan dile, yalın dile, “basit” dile, ilkel ve çıplak dile yönelmelidir. Şiiri dil düzeyinde ve bu çağın dilinin ufku içinde değil, dil öncesi duyarlık katmanında aramalıdır. Şiir orda, dilde değil, duyarlıktadır. Onu olduğu gibi, dilin aracılığını en aza indirgeyerek, demek dili geçirgenleştirip şeffaflaştırarak ancak o duyarlığı görünür kılabilir, onu somutlayabilir. Dil, çoğunlukla, şiiri görünmez kılan fetişleşen bir duvar gibidir. Okurun şiire nüfuz etmesini engeller. Direkt okura işlemeyen şiir de şiir sayılamaz. Ayrıca şiir akla değil duyarlığa seslenmelidir. Akıl, varlığın özünün önünde bir engel, bir elek işlevini görür. Şiir ise aklı atlayarak direkt varlığa, kalbe göndermelidir. Varlık aslında kalptir. Nabzın atışıdır. Artık dile değil, duyarlığa bakmalıyız. Dil tüketilebilir, kimi zaman nüfuz edilemez hale gelebilir, ama dil öncesi duyarlık bir ağırlık gibi üstümüze çöker.
Bir kitap boyutunda ele alınması gereken bir meseleyi kısa bir yazı içinde ele almak elbette ki çok zor. Diyeceğim şudur ki: Şair, neoliberal uygarlıktan uzak durup barbarlaşmalı, neoliberal düşünceyi istila etmeli, yürürlükteki uygarlığa hizmet eden soyut düşünceyi değil somut duyuyu/duyguyu esas almalı, neoliberlizmin dili olan dijitalleşmiş ve performansa dayalı dilden kaçınıp, doğrudan, vahşi ve deneyime dayalı ilkel dili kullanmalı, geleneğin dilinin şiirselliğinden kuşku duyup onun dört duvarından çıkış yolu aramalı, bunu yaparken de gerekirse geleneği yıkıp darmaduman etmeli, öznenin kendi hakikatinden kuşku duymasını teşvik eden bu çağın dayatmalarını bir kenara bırakıp kendi hakikatinden asla kuşku duymamalı, hayatın bilgisine değil hayatın kendisine yönelmeli, doğru ve geçerli diye öne sürülen bütün her şeyden kuşku duyup kendisi deneyimlemelidir. Şiir gerçeklikten doğar, gerçeklik üzerine yorumlardan ve bilgilerden değil. Ve asla yüzünü ve varlığını yaşama döndürmekten vazgeçmemeli. Umuda ve yaşama çağırmalı. Ama bütün bunlardan ziyade en çok, kaybolmuş bulunan gerçeklik hissini yeniden görünür ve hissedilir kılmaya çalışmalıdır.
Şairin en önemli görevi, kaybolmuş gerçeklik hissini yeniden bulmaktır.
Şununla paylaş: