Karşımızda Avrupa faşizmlerini andıran yeni bir düşünce biçimi, söylemi, yani yeni bir Zeitgeist var. Bu düşünce biçimi, kadın-erkek ilişkilerinden popüler kültüre, sanata ve gündelik hayata kadar her yere nüfuz ediyor. Avrupa faşizmlerini önceleyen bir dönemde gibiyiz. Bununla mücadele öyle kolay bir iş değil
Geçenlerde annesi vefat eden bir tanıdığım “hiç kimseye muhtaç olmadan yaşadı ve öldü” dedi. Bunu söylemek adeta onu bir nebze teselli ediyordu çünkü hiç kimseye muhtaç olmamak onurlu yaşamaya dair olumlu bir ifadeydi. Kendi kendine yetmek insanlığın tarih boyunca vurguladığı bir yaklaşım ve buna Antik Yunanca’da “otarşi” deniyor. Kendi kendine yeterek yaşamak hem tarih boyunca hem de günümüzde onurlu bir yaşama işaret ediyor. Elbette gerçek tam olarak böyle değil. Gerçekte insan sosyal bir varlık ve insanlar birbirlerine ihtiyaç duyuyor. Yaşlılıkta -tıpkı bebeklikte olduğu gibi- bir başkasının yardımı olmadan yaşamını sürdüremeyenlerin sayısı oldukça fazla. Ancak kendi kendine yetmek gıpta edilen ve mümkünse tercih edilen bir durum olarak görülüyor. Elbette kendi kendine yeterek yaşamanın tam tersi de var. İnsanın varlığını otarşi yerine başkaları ile kurulan ilişkiler üzerinden tanımlaması da mümkün. Ancak kendi kendine yetmek günümüzde gerek bireysel gerekse de toplumsal düzeyde egemen düşünce haline gelmiş durumda. Küreselleşme sonrası dönemde, otarşi arzusu bireyleri olduğu kadar devletleri de etkiliyor.
Otarşi
Küreselleşme ile gelen “köprüler kurma” söyleminin artık çok uzağındayız. Egemen söylem olan otarşi yani kendi kendine yetmek, içe dönmeyi hatta etrafına hendek kazmayı veya duvar örmeyi öne çıkarıyor. Başkaları ile girilen ilişkiler ise köprü kurmaya yönelik olmak yerine kendi sınırlarını belirlemek, kendine benzeyenler ve/ya benzer düşünenler ile yakınlaşmak ve benzemeyenleri de silmek (İngilizce “cancel” ifadesi kullanılıyor) ya da görünmez kılmak şeklinde oluyor. Özetle, köprü kurmak “out” yani demode, hendek kazmak ise “in” yani genelde tercih edilen davranış olmuş durumda. İnsanlar artık daha ziyade kendilerine benzeyenler ile ilişki kurmayı tercih ediyorlar. Diğerleri için “ben almayayım,” “ben görmeyeyim,” “o varsa ben gelmem” türü yaklaşımlar giderek yaygınlaşıyor. Benim bildiğim demokratlar, kendine benzemeyenleri en azından merak eder, farklı kimliklerin duvarlar ile ayrılarak yaşaması yerine bir arada yaşaması için çabalamayı tercih ederlerdi. Bunu yitirmekte olduğumuz bir dönemden geçiyoruz. Günümüzde bireysel otarşi göçmenlerle dolu kozmopolit kentleri terkedip kırsala yerleşmeyi de içeriyor. Gerek dünyada gerekse Türkiye’de bunu yapan çok fazla birey var. Hatta kendine yetmenin cazibesi öyle dayanılmaz ki bugün kendi kuyusundan su çekip, kendi domatesini yetiştirmek birçok insan için gurur kaynağı olmuş durumda. Bu tür bir kendine yetme ille de başkalarına düşmanca yaklaşmayı getirmiyor elbette, ancak yine de kozmopolitlikten uzak ve içe kapanmacı bir yanı olduğu da bir gerçek. Yani bireysel düzeyde kendine yetme çabası çoğu kez bir liman aramaya tekabül ediyor ve ille de çatışmacılığa yol açmıyor ancak iş devletler düzeyine geldiğinde durum değişiyor. Zamanın ruhu haline gelen otarşinin devletler düzeyindeki yansımaları günümüz siyasetine yön veriyor ve uluslararası ilişkilerde de egemen söylem haline gelmiş durumda.
Eskiden dünyanın bizim etrafımızda döndüğünü sanmıyorduk. Kendi kimliğimizden, içe dönük düşüncelerimizden ziyade etrafımızdaki farklılıkları tanımak ile ilgiliydik. İçe kapanmacı otarşik zihniyet kendine benzemeyenleri “insan” olarak görmekten uzaklaşıyor. Bu nedenle de ABD ve birçok Avrupa ülkesinin hükümetleri ve bazı vatandaşları Gazze’de yaşanmakta olan soykırım karşısında duyarsız ve sessiz kalabiliyor; hatta İsrail devletine koşulsuz destek verebiliyorlar. Yine de hala eğitimini riske atan öğrenciler, emek verdiği kariyerini, ailesini bırakıp Gazze’ye destek olmaya çalışan insanlar ve siyasi aktörler var. Onlar insanlık olarak hala ölmediğimizin abidesi gibiler…tarih onları insanlığın onuruna yaptıkları katkı ile kaydedecektir diye umuyor insan.
İçe dönme ve savaş
Otarşi yaygın bir devlet politikası artık. İçinde bulunduğumuz durumu “otarşi” kelimesi ile ifade etmeme vesile olan ve yeni yayınlanmış bir yazıda, günümüzde ABD’den Çin’e, Rusya’dan Hindistan’a otarşik olmayı hedefleyen rejimlerden söz edildiği gibi tarih boyu öne çıkan otarşi örneklerine yer veriliyor.[1] Örneğin Hitler, Almanya’nın mevcut sınırları içinde kendi kendine yetemeyeceği düşüncesiyle ülke etrafında Nazilerin Lebensraum diye ifade etiği bir “yaşam alanı” olması gerektiğini söylüyordu ve bu alanı yaratmanın yolu da komşu ülkelere saldırmaktan geçiyordu. Devletler düzeyinde yaygınlaşan otarşi ve savaş arasında bir ilişki var. İçine kapanan devletler savaşa da yatkın oluyorlar. Stalin de devrimin uluslararası boyutunu terkederek, kendi kendine yetmeyi ve sadece Sovyetler Birliği’nde hayata geçecek içe dönük bir sosyalizmi (socialism in one country) öne çıkarmıştı. Otarşik rejimlere tarihte verilecek en uzun süren örnek Japonya’daki Tokugawa ya da Edo dönemi. 17inci yüzyılın başından 19uncı yüzyılın ortasına kadar süren bu dönem içe kapanma dönemi olarak biliniyor. Sakoku (yani zincirlenmiş/kilitlenmiş ülke) adı verilen bu dönemde ülkeye giriş ve çıkışlar tamamen yasaklanmış ve tam anlamı ile kendine yetmeye yönelik bir politika izlenmişti. Bu dönem iç savaş ve ülkeyi Batı’ya açan Osmanlı’daki Tanzimat benzeri Meiji Restorasyonu ile sona ermişti. Japonya Covid sonrası benzer politikaları uzun süre devam ettirdiğinde, tarihteki bu içe dönük döneme atıf ile “neo-sakoku dönemi” benzetmesi yapılmıştı. Ülkeleri zincirlemek, kapıları kilitlemek günümüzde giderek yaygınlaşıyor. Schengen vizelerinin alınmasında yaşanan zorluklardan, Afganistan, İran, Libya, Somali, Yemen ve diğer bazı ülke vatandaşlarının ABD’ye girişinin yasaklanması gibi sert politikaların neredeyse normalleştiği bir dönemdeyiz. ABD’deki MAGA (Make America Great Again) yani Amerika’yı yeniden şahane yapmak politikası gümrük vergileri ve göçmen karşıtlığı gibi politikalar ile ekonomik ve sosyal olarak içe dönmeyi öngörüyor. Bugün ABD’deki otarşik politikaların savaş tamtamlarına eşlik ettiğini izliyoruz. Tarihteki örnekler de bize otarşik politikaların eninde sonunda savaşları getirdiğini gösteriyor. Dünyada birçok ülke, çeşitli alanlarda köprüler kurmayı cesaretlendiren ama aynı zamanda sosyal eşitsizlikleri de derinleştiren küreselleşme döneminden otarşi ve savaşlar ile çıkmaya yönelmiş durumda. Artık diyalog yerini çatışmaya bırakıyor. Dünya gözlerimizin önünde çatışmacı yaklaşımların egemenliğine teslim oluyor. Ömrünü diyalogları geliştirmeye vermiş olanlar, barışa yönelik değerlerin yerle yeksan olduğu dünyamızda, kendilerini tüm yaşamları boyunca en fazla bir arpa boyu yol gitmiş gibi hissediyorlar.
Başkan Donald Trump dönemindeki otarşik politikaların düşünsel çerçevesini çizen ve bu politikaların arkaplanını belirleyen bir grup yazar var. Bunlardan birisi olan Curtis Yarvin, Covid döneminde yazdığı bir yazıda ABD için öngördüğü içe dönme politikalarını Japonya tarihine atıf ile ve “neo-sakoku” ifadesini kullanarak savunmuştu.[2] Curtis Yarvin’in ABD İran’da nükleer tesisleri bombalamaya başladıktan sonra yeniden twit’lediği mesajda “Trump Basra Körfezi’nin adını ‘Bu da Amerika Körfezi’ne çevrimeli” (Trump should rename the Persian Gulf to Also Gulf of America) yazıyor.
ABD’de yeni sağ düşünce
Curtis Yarvin öyle kısaca geçiştirilecek birisi değil. Daha başka birçok düşüncesinin bugün hayata geçtiğini görüyoruz. Burada ona ve temsil ettiği düşünceye dair gözlemlediklerimi aktarmadan geçmek istemedim. İkinci Trump hükümetinde siyaset planlama yöneticisi (Director of Policy Planning) ve ilk Trump hükümetinde de kıdemli ulusal güvenlik görevlisi olarak yer alan Michael Anton da, aralarındaki bazı farklara rağmen, Curtis Yarvin gibi ABD’deki yeni yönetim anlayışının arkasındaki düşünce insanlarından birisi. Anton ile Yarvin’in 2021’de yaptıkları bir söyleşide, Yarvin ABD Başkanı’nın görevi devraldıktan sonra olağanüstü hal ilan ederek yetkilerini genişletebileceğini söylüyor (hatta ABD Anayasa’sında “şiirsel belirsizlikler” olduğunu ve Başkan’nın bunları istismar ederek “hukuki” bir şekilde yetkilerini genişletmesinin mümkün olduğunu söylüyor).[3] Bunun üzerine Anton kendisine “ama o zaman gerçek güç odakları buna karşı gelmek için ellerinden geleni yapmazlar mı?” diye soruyor. Gerçek güç odakları ile kastedilen Yarvin’in yazılarında “Cathedral” ismini taktığı üniversite ve ana akım medya kuruluşları. Yarvin, Anton’un sorusuna “işte o yüzden, Nisan sonrası Harvard ve The New York Times var olmaya devam edemez” diye cevap veriyor. Söyleşi Mayıs 2021’de gerçekleşmiş ancak sözü edilen Nisan ayı gelecekteki bir ABD Başkanı Ocak ayında görevi devraldıktan sonraki hayali bir Nisan ayına işaret ediyor…Trump yönetiminin Harvard ile kavgası da zaten 2025 Ocak ayında Başkanlığı devraldıktan kısa bir süre sonra başladı. Elbette Curtis Yarvin Trump’ın Başkanlığı devraldığı gün şeref konukları arasındaydı.
Curtis Yarvin ile ilgili yazacak çok şey var. Haziran başında onunla ilgili uzun bir yazıya New Yorker dergisi yer verdi.[4] Birkaç gün önce Vanity Fair dergisi Curtis Yarvin’in 2026 Venedik Bienali’nde Amerikan Pavyonu’nun küratörü olmaya aday olduğunu yazdı.[5] New Yorker dergisindeki yazı, tüm devlet gücünün bir CEO’ya transfer edildiği monarşik bir yönetim öneren Yarvin’in söylediklerinin bir zamanlar “bir şaka gibi göründüğü,” ama artık Cumhuriyetçilerin onun karşısında diz çökmeye hazır hale geldiğini ifade ediyor. Blogger olarak bir zamanlar Mencius Moldbug adını kullanan Yarvin, Kara Aydınlanma (Dark Enlightenment) adı verilen ve internet ortamında gelişen yeni bir “entelektüel” hareketin öncülerinden (bilgisayarım elimi kaydırıp “öncülerinden” yerine “öcülerinden” yazdı…belki de öyle kalmalıydı!). Yarvin’in dili alaycı motifler ile dolu. Ben ne zaman şaka yapıyor ne zaman ciddi anlamakta zorlandım; tutarlı bir savı enine boyuna geliştirmeye çalışmıyor ve kopuk kopuk öneriler yapıyor. Ansiklopedik bilgiye gereğinden fazla başvurarak kafa karıştırıyor. Anton ile yaptığı söyleşisinde Amerikalıların yeterince izci olmadıklarından, bir lideri izlemek yerine kendi düşüncelerine önem vermelerinden şikayetçi ediyor. Bunu duyduğumda, ister istemez bu konuda Türkiye olarak yardımcı olabileceğimizi düşündüm…eğitim sisteminde bireyin kendi muhakemesini kullanma becerisini güdükleştirip izci olmayı öne çıkarmak konusu ne de olsa bizim uzmanlık alanımız…
Yeni sağ düşünürlerinin kılavuzu herhalde Nazi dönemi diye düşünüyor insan. Örneğin, Başkan Trump’ın yaşgünü kutlamalarının askeri törenle yapılacağını duyduğumda benim aklıma, Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin birkaç ay öncesinde, Nisan 1939’da büyük bir askeri gövde gösterisi ile gerçekleşen Hitler’in 50inci yaşgünü kutlaması geldi. Ancak Başkan Trump’ın yaşgünü kutlamasındaki askeri tören, muhtemelen -Yarvin’in de şikayet ettiği gibi- ABD’de izcilik kültürünün eksik olmasından dolayı oldukça başarısız ve hiç de gövde gösterisine benzemeyen bir şekilde yapıldı. Yarvin paramiliter grupların ABD Başkanı için iyi bir destek olacağını yazacak kadar hukuk devleti nosyonunun dışında düşünüyor. Bu düşüncesini ABD tarihinden bir örnek vererek destekliyor ve 1860’da Abraham Lincoln’a seçim kazandıran Wide Awakes isimli para-militer örgütten övgü ile söz ediyor.
Faşizm
Curtis Yarvin, Michael Anton ve onlar gibi yeni sağ düşünceyi (kendilerine İngilizce “neo-reactionary” ya da kısaca NRx diyorlar) temsil eden birçok yazar ve onların yazılarını yayınlayan birçok dergi var. Bu yazarlar, ABD özelinde, otarşik “neo-sakoku” politikaların sözcülüğünü yapıyorlar. Edmund Burke geleneğindeki klasik muhafazakarlara hiç ama hiç benzemiyorlar. Bir kere klasik muhafazakarlar seçkinlere değer verir, yeni sağcılar ise seçkin karşıtı bir söylem kullanıyorlar. Tıpkı Avrupa faşizmleri gibi eylemleri iş dünyasındaki seçkinlere fayda getirse de dilleri populist ve entelektüel karşıtı. Klasik muhafazakarlar kurumlara değer verir. Yeni sağcılar ise alenen kurumları yıkmaya geliyorlar. Yeni sağ faşizme muhafazakarlıktan çok daha yakın.
Yukarıda bahsettiğim, New Yorker’da yayınlanan yazıda, yazar, bir devlet çalışanının Yarvin gibilerinden “zamanın ruhunun (Zeitgeist) akışına yön verenler “ diye söz ettiğini aktarıyor. Ben de bu nedenle bu yazıda ondan söz etmek istedim çünkü Trump ve benzeri liderler ile dünyada karşımıza dikilen otoriter pratikler “ruh hastası,” “canavar” diye tasvir edilen insanların yönetimi devralmasından çok daha öte bir olgu. Karşımızda Avrupa faşizmlerini andıran yeni bir düşünce biçimi, söylemi, yani yeni bir Zeitgeist var. Bu düşünce biçimi, kadın-erkek ilişkilerinden popüler kültüre, sanata ve gündelik hayata kadar her yere nüfuz ediyor. Avrupa faşizmlerini önceleyen bir dönemde gibiyiz. Bununla mücadele öyle kolay bir iş değil. Bunu aşmak için anlamak gerektiğini düşünüyorum. Bunu bize benzemeyenlerin anormalliği olarak görmek bu düşünceyi güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor.
Otarşi dünyada artık egemen olan yeni devlet söylemi. Otarşiyi benimseyen devletler savaşa yatkın oluyorlar. Bu dünyada devletleri birbirine bağlayan Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi gibi uluslararası kurumlar anlamsız hale geliyor, varlık nedenlerini yitiriyorlar. Günümüzde, sadece bizden olanlar ile beraber ve göçmenleri dışlayarak yaşamaya yönelik talepler o kadar yaygınlaştı ki, artık göçmen karşıtlığı teması etrafında kurulan siyasi partiler birçok liberal demokrasi olarak bilinen ülkede ya iktidardalar ya da ikinci parti konumundalar. Dünya kilitli ulus-devletler ile doldu. Ancak durum sadece bu değil. Birçok tabandan gelen sivil toplum hareketi de içe kapanıyor.
Heteroseksüel ilişkileri tümüyle reddeden kadın hareketleri giderek daha çok ilgi görüyor. İnsan elbette düşünüyor, kendisi hep dışlanıp, reddedilenler gün geliyor dışlayıcı oluyorlar, olabiliyorlar. Dışlayıcılığı beğendiğimi asla söyleyemem ancak yer yer anladığımı düşünüyorum. Tüm ailesi katledilen bir Filistinli çocuk köprü kurmayı nasıl öğrenebilir? Bireyler içe kapanıyor, dışlayıcı olmaya yatkın hale geliyorlar. Faşizm köprülerin atıldığı, insan ilişkilerinde dışlayıcılığın, histerinin egemen olduğu yerdir. Kendi içine dönme, kendi kimliğine odaklanmayı getiriyor; farklı olanı dışladığı için yeni bilgi kaynaklarını da kurutuyor. Kuraklaşıyor insanlar…Yeni sağ düşüncenin egemen olduğu dünyada hâlâ köprülere inananların, aynı fikirde olmadığı kişilerin fikrini anlamaya çalışanların, farklılıklar ile bir arada yaşamayı tercih edenlerin işi artık çok zor.
[1] Ben Chu, “The Allure of Autarky,” Aeon, 16 Haziran 2025. Konu ile ilgili daha kapsamlı ve Ben Chu’yu da etkilediğini düşündüğüm bir yazı için; Helleiner, Eric, “The Return of National Self-Sufficiency? Excavating Autarkic Thought in a De-Globalizing Era, International Studies Review, 23/3, 2021, ss. 933-957. https://academic.oup.com/isr/article/23/3/933/6063510
[2] Curtis Yarvin, “RIP Globalism: Dead of Coronavirus,” American Mind: publication of the Claremont Institute, 1 Şubat 2020. https://americanmind.org/salvo/rip-globalism-dead-of-coronavirus/
[3] Merak edenler için Michael Anton ve Curtis Yarvin arasında Claremont Institute’de gerçekleşen bu söyleşinin podcast’i burada: https://www.youtube.com/watch?v=sb8lNtIN7Us
[4] Ava Kofman, “Curtis Yarvin’s Plot Against America,” The New Yorker, 2 Haziran 2025. https://www.newyorker.com/magazine/2025/06/09/curtis-yarvin-profile
[5] Nate Freeman, “‘The Barbarians Are at the Gates’: Curtis Yarvin Has Big Art Plans for the US Pavilion at the 2026 Venice Biennale,” Vanity Fair, 19 Haziran 2025. https://www.vanityfair.com/style/story/curtis-yarvin-venice-biennale-plan?srsltid=AfmBOoo8y-knMFUtejGeuXcVdjjtiTZ6Tk2ZnIt0qrTwCPuhmAdrZn8D
Şununla paylaş: