Yıllardır Defter dergisi ve ona bağlı olarak Metis Yayınları’nın edebiyatımızda ve düşünce hayatımızda neyi temsil ettiğini, tavrı ve kendini gösterme biçimiyle ne demeye çalıştığını, ne anlama geldiğini düşündüm, bunlar üzerinde dünü anlamaya çalıştım. Ve yıllardır da bu konuda bir yazı yazmak, düşüncelerimi ortaya koyma arzusu duyuyordum. Öyle ya, 80 sonrasında yayın hayatına başlayan ve yayımladığı Defter dergisiyle 90’lı yıllarda etki alanını genişletip güçlendiren bir çevre, bir gruplaşmaydılar. Nitekim k24’ün İhsan Bilgin’i anma dosyasında okuduğum Nurdan Gürbilek’in yazısı düşüncelerimi somutlama konusunda beni tetikledi: Birden ışık çaktı. Aydınlandı. Metis onca iyi ve önemli yayın yapmış olmasına karşın tavrı ve büründüğü imajıyla edebiyatımızda bir tür “seçkinci” (elit) duruşu, “okumuş çocuklar”ın kibrini ve daima haklı ve eleştirel bir düşünceyi temsil ettikleri kanısıyla belli bir tepeden bakışı da simgeliyordu. Bir tür ders veriyor havasından bir türlü kurtulamamıştı. Belki elbette kendileri ve halkımız için doğru olduğuna inandıkları “haklı” şeyler söylüyorlardı, ama sanırım içerikten bağımsız olarak bunu söyleyiş biçimleri bir tür üst perdeden konuşma edasından kurtulamıyordu. Öyle ki Metis sanki Türk edebiyat, kültür ve düşünce ortamını ıslah edip geliştirmek için kendini memur kılmıştı. Bu belki farkında olmadan takındıkları tavır ve üslupları onları bir tür seçkinci konumuna düşürdü. (Aynı sözler Murat Belge tarafından 1985 yılında kurulan İletişim Yayınları için de geçerlidir. Metis 1982 yılında Müge Gürsoy Sökmen tarafından İletişim’den üç yıl önce kurulmuştur. O yıl ben henüz 17 yaşındaydım. İki yıldır da şiir ve edebiyatla ciddi olarak uğraşıyordum.)
Defter Dergisi
1987 yılında Metis Yayınları bünyesinde çıkmaya başlayan ve kapandığı 2002 yılına kadar toplam 45 sayı çıkan derginin yayın kurulunda ilk yıllarda Meltem Ahıska, İhsan Bilgin, Nurdan Gürbilek, Orhan Koçak, İskender Savaşır, Semih Sökmen yer aldı. 1998 yılından sonra Zeynep Direk, Zeynep Sayın, İ. Kaya Şahin, Bülent Somay, Müge G. Sökmen ve Saffet Murat Tura katıldı. Demek ki en azından benim hayatımın gençlik dönemini domine etmiş yayındır, üstelik döneminde çok etkili olmuş ve edebiyat ve özellikle düşünce hayatımızda yönlendirici bir etkisi olmuştur. Hakkını yemek olmaz; dergiyle birlikte başta Frankfurt Okulu ve çevresindeki düşünürler olmak üzere birçok isim ve ülkemizde pek de bilinmeyen düşünce akımları ilk defa bu kadar ayrıntılı ve sistemli bir biçimde okurun karşısına çıkarılmıştır. Bu bir yana elbette şu da dikkate alınmalı ve göz önünde bulundurulmalı. Yayınevinin faaliyete geçtiği yıllar darbe sonrası liberal ekonomi anlayışının bütün hız ve şiddetiyle uygulandığı, ülkenin her bakımdan dünyaya açıldığı, yani dünyanın ve liberal ekonomi ile liberal düşüncenin ülkeyi adeta istila ettiği bir dönemdir de. Bu gelişmenin doğal sonucu olarak Sol Liberalizm (i.e. Liberal Sol ya da Yeni Sol) akımlarımın ülkede egemen olmaya (her bakımdan, hem ekonomik hem de düşünsel olarak kuvvetle desteklendiği) başladığı yıllardır da bunlar. Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte daha da güç kazandığı ve liberal kapitalistlerin “tarihin sonu” naralarını attığı, sol düşüncenin neredeyse gericilikle eş tutulduğu bu yılları yaşayanlar elbette ki hatırlıyorlardır. Tarih Metis’ten yana gelişiyor, onu kuvvetlendiriyordu ya da Metis tarihsel kırılmanın ve dönüşümün ürünüydü.
Aynı dönemde post-yapısalcılık ve ardından post-modernizm aşılamayacak kesin görüşler olarak yansıtıldı. Post-yapısalcılık metni yazarından kopararak bağımsız bir şekilde bir tür text olarak kapalı ve yaşamdan (yazarın ya da düşünürün yaşamından) ayırarak ona bir ürün gözüyle bakmanın üstü örtülü bir pohpohlamanın ve dolayısıyla onu insandan yalıtmanın gizlenmesiydi. Gerçek ya da edebiyat sonsuz bir tekrar ve bu tekrarların çeşitlemesi olmaya indirgendi. Var olanla yetinmek, onu kabul etmek gerektiği düşüncesi yayılmaya çalışılıyordu. Var olan ve asla değişmeyecek olan Kapitalist sistemdi ve bu sonsuza kadar değişmeyecek bir kesinlikti. Bu dönemde insanın pasifize edilmesine bağlı olarak devrim fikri de aşağılandı ve bu fikrin sonuna gelindiği düşüncesi yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Artık devrim yok, ama var olan sistem içinde çeşitli düzenlemeler yapılabilir. Şartlar ele verdiğince keyfine bakılmalıydı. İyi yaşanmalıydı vs. vs.
Yazının Jantileştirilmesi (Mutenalaştırılması)
Bütün bunları Defter dergisinin nasıl bir ortamda uç verip çıktığını anlatabilmek için yazdım. Döneme hâkim olan ruh buydu. Derginin duruşuna, kendini temsil etme biçimine ve üslubuna yönelik eleştirilerimi yazının ilk paragrafında zaten belirtmiştim. Ayrıca şunu da söylemeliyim: Defter dergisinin her sayısını alıp büyük bir tutkuyla okuyordum. Ondan çok şey öğrendim. Şimdi yazmakta olduğum yazıyı yazma imkanını da bana derginin savunduğu eleştirel düşünce anlayışı vermiştir. Ne var ki derginin üslubunda, yazıların tonundan ve yazarların tutumundan her zaman kuşku duydum ve sevmedim.
Neyse, konuya dönersek, bu yazıyı yazmama ve Yazının Jantileştirilmesi başlığını koymama Nurdan Gürbilek’in yazdığı ve aşağıda alıntıladığımız yazısı neden oldu.
Ve üslubu ve yazıyla olan ilişkisi ve tavrı bana bir anda “gentrification” (mutenalaştırma, soylulaştırma) sözcüğünü çağrıştırdı; hani şu ülkemizin ve tabii dünyanın da en temel sorunlarından ve aldatmacalarından olan “kentsel dönüşüm”ün mutenalaştırma, soylulaştırma olduğu fikrindeki gibi. Öyle ya yoksul kesimin yaşadığı “pis, düzensiz, kaotik” mahallelerin yıkılıp “çağa uygun” bir içimde yeniden inşa edilmesi bir tür kentin o bölgesindeki insanların bir başka bölgeye, mümkünse kentin dışına sürülmesi demek dönüşüm. Bu avamın soylulaştırılması demek oluyor aynı zamanda. Kapitalizm haşeratı temizliyor! Ki ben de bir haşereyim.
Gelelim Gürbilek’n yazısına: Öncelikle şunu derhal söyleyeyim: Nurdan Gürbilek’in o çok ses getiren, çok önemsenen, çokça tartışılarak çokça yüceltilen kitaplarını hiçbir zaman çok beğenmedim, ciddiye de almadım. Neden mi? Şundan: Gürbilek’in üslubunun mutena oluşundan. Üslubunun söylediği şeyi, varsa eğer, sakatlamasından, hiçbir şey söylemediği halde söylüyormuş gibi yapmasından. Özellikle, anlaşıldığı kadarıyla, John Berger’ın kitabı “Görme Biçimleri’nden mülhem çokça basit bir buluşlar kitabına “Örme Biçimleri” adını verdiği son kitabının sürekli özgün olma çabasıyla kıvranıp durduğu üslubundan dolayı. Bu üslup mutenalaştırılmış yazı üslubudur. Üslup aynıyla beyandır. Sürekli buluş yapma, özgün fikirler bulma (hatta icat etme) gayretiyle yanıp tutuşan Gürbilek aslında bu tavrıyla kendi hakikatinden uzaklaşma kalmayıp hiç de öyle bir hakikate sahip olmadığı hissi veriyor. Jantileştiriyor, jantileşiyor. Halbuki üslup bir yazarın namusu ve karakteridir. Kendisi asla Dostoyevski’yi, Orhan Kemal’i, Metin Kaçan’ı ya da Gombrowicz’i mutenalaştıramaz. Onlar vahşidir. Soylulaştırılmış bir yazıya karşı soysuzluğun neşesini ve canlılığını savunuyorum. Sulukule’yi eski haliyle seviyor ve geri istiyorum!
BİLGİN’İN DEFTERİ
NURDAN GÜRBİLEK
Arkadaşlıkların da bir bağlamı, doğup yeşerdikleri bir iklim var. İhsan Bilgin’le ‘80’lerin ortalarında, İstanbul’un askerî darbenin ardından hızla büyük alışveriş merkezlerine, plazalara, rezidanslara hazırlandığı yıllarda tanıştık. Şehirde dalgınlık hakkımı elimden alan önce bu ani dönüşüm, şehrin tanıdık yüzünün hızla kaybolması, sonra da şehre şimdi bir mimarın, İhsan’ın gözünden bakıyor olmamdı. Daha ikinci görüşmemizde Levent’te, Maslak yolu girişindeki, bugün artık yerinde olmayan Squibb İlaç Fabrikası binası üzerine bitmek bilmez bir tartışmanın içine çekmişti beni. Güçlü fikirleri olan, kolay kolay geri basmayan biriydi İhsan. Binayı arkadaşlığımızın ilk koşuluymuş gibi sürmüştü önüme. Geçiştirmek istedim, izin vermedi. Binayı önemsememi, dahası sevmemi istiyordu.
Onu bazı fotoğraflarında başı yukarıda bir binaya bakarken, yanındakilere tutkuyla bir şeyler anlatırken görüyoruz. İstanbul’daki sayısız yürüyüşümüzde beni şehrin görünmeyen tarihi üzerine düşünmeye, mekâna müdahale hırsının, sermaye hareketlerinin, birikim rejimlerinin şehirde bıraktığı yara izlerini görmeye çağırdı. Arkadaşlığımızın esas zemini ise neredeyse tanışır tanışmaz yayımlamaya başladığımız Defter (1987-2002) dergisiydi. Derginin on beş yıl boyunca aralıksız çıkabilmiş olmasında İhsan’ın felsefeye, edebiyata, tarihe olan ilgisi kadar, kendi güçlü fikirlerine rağmen farklı uçlar arasında denge kurabilme, derginin duygu dozu arttığında akılda ısrar etme, bu tür dergilerin olmazsa olmazı olan huysuz enerjileri yatıştırma yeteneğinin payı büyüktü.
“Modernizmin Şehirdeki İzleri”, İhsan Bilgin, Defter Dergisi, Sayı 23, Bahar 1995.
İhsan Bilgin’i Defter’de bir karşılaştırmalı mimarlık tarihçisi olarak görüyoruz. Karşılaştırmalı çalışmaların (daha çok isim yapmış olanı “karşılaştırmalı edebiyat”) tuzakları yok değildir. Ya Türkiye’de üretilen yapıtları yetersiz bulmak üzere karşılaştırır (“Avrupa’da var, bizde yok”) ya da sanki kapitalizm yokmuş, buralara hiç uğramamış gibi açıklamaktansa perdelemeye çalışan, düşüncenin değil, düşünmemenin koşullarını hazırlayan bir “yerlilik” ya da “kültürel fark” ısrarına (“Türkiye Batı kuramlarıyla incelenemez”) savruluruz. İkisinde de karşılaştırma nesnesi her zaman çoktan yapılmış bir karşılaştırmanın illüstrasyonu olmaktan öteye geçemez.
Bilgin’in mimarlık yazıları farklı bir yol izler. Türkiye şehirlerinin modernleşme hikâyesini büyük hikâyeye, kapitalizm tarihine yerleştirerek başlar Bilgin. Ama bu büyük dönüşümü ufak-büyük rötarlarla dünyanın her yerinde aynı şekilde tekrarlanan bir hikâye olarak değil, benzerlikler ve farklar, tekrarlar ve kopuşlar, genel yasalar ve özgül dinamiklerden oluşan karmaşık bir tarih olarak kurar. 1999 Marmara depreminden sonra yazdığı, felaketlere açık bir kent örüntüsünün nedenlerini tartıştığı, bu örüntüyü ‘40’lardan ‘60’lara uzanan Türkiye modernleşmesinin özgül dinamikleriyle ilişkilendirdiği “Bedelsiz Modernleşme” (1999) bu tür analizin en iyi örneklerinden biridir.
İhsan Bilgin şehirlerde yaşanan dönüşümü hem şehirler üzerinde kurulan egemenliğin, hem şehirle sakinleri arasındaki mesafenin, hem de mimarlığın anahtar kavramlarının (“işlev”, “sembol”, “fark”) dönüşümüyle ilişkilendiren yazılarıyla Defter’de geniş bir şehir kapısı açtı. Gevşek kavramlarla (“çağdaşlık”) idare eden, sızlanmadan öteye geçmeyen (“bizde şehir bilinci eksik”, “bizde yurttaşlık bilinci yok”) şehir yazılarına alternatif olabilecek analitik-politik bir şehir yazısı türü geliştirdi. Ama bunun tek yönlü bir ilişki olmadığını, Defter’in de Bilgin’e yeni kapılar açtığını söylemek gerekir. “Görünmeyen Şehirler” gibi erken yazılarıyla Mimarın Soluğu’nda (2015) bir araya getirdiği, ilki 1999’da sonuncusu 2009’da yayımlanan denemeleri arasındaki farkta belirgin bir Defter etkisi vardır.
Farklı disiplinlerden (mimarlık, siyaset, sosyoloji, edebiyat, felsefe, psikiyatri, mühendislik) gelen insanların buluştuğu, ama “disiplinler arası çalışmalar”ın henüz bir disipline dönüşmediği bir ara dönemde yayımlanmıştı Defter. George Simmel’le Vüs’at O. Bener’in, Oğuz Atay’la Fakih Hüseyin Sağnıç’ın, Jean Genet’yle Tomris Uyar’ın, Hannah Arendt’le Fatih Özgüven’in, isim vermeden söylersem, felsefeyle konut sorununun, şiirle cezaevi tanıklıklarının, edebiyatla politikanın, psikanalizle toplumsal cinsiyet tartışmalarının, biri diğerinin kenar süsü olmadan bir arada var olabildiği bir dergi olarak tasarlanmıştı. Defter bunu ne kadar başarabildi ayrı konu, ama Bilgin’in erken yazılarıyla Mimarın Soluğu’ndaki denemeleri arasındaki farkta Defter’deki bu yakınlıkların, Bilgin’in dergideki komşularının etkisi büyüktür.
Mimarın Soluğu, İsviçreli mimar Peter Zumthor’un imgenin bir endüstriye, binaların birer ikona, mimarların stara dönüştüğü bir dünyada kendi benzersiz üslubunu nasıl oluşturduğunu anlamaya çalışır. Bilgin burada da erken yazılarında gördüğümüz, konusunu geniş hikâyenin (“kapitalizm”, “modernleşme”) içine yerleştiren kuşatıcı bakışını terk etmez. Ama Zumthor’un farklı yapıtlarındaki prototipleştirilemez çözümleri tartıştığı, mimarın işlerine farklı kapılardan giren bu denemelerde şimdi karşımızda kuramla deneyim, yakın okumayla uzak okuma, tekille tümel arasında mekik dokuyan, kuramın kuşattığı nesneyi aynı zamanda bir deneyim bölgesi olarak kurcalayan, bir yapıya maruz kaldığımızda ne hissettiğimizi de konunun parçası kılan bir İhsan Bilgin vardır. Komşularının etkisi, demiştim: Mimarın Soluğu’ndaki bu mekik hareketinde Adorno’nun, bir üslupta konaklamayı reddeden, kendine durmadan zorluk çıkartan Zumthor imgesinde Orhan Koçak’ın, nesnenin üzerindeki anlam gürültüsünü, sembol yığınlarını, işaret katmanlarını kazıma isteğinde İskender Savaşır’ın izleri görülür. Şehirlerdeki yara izlerini görünür kılan ama avuntudan uzak duran estetik ısrarında yine Adorno’nun etkisi vardır.
Etkilemek, bir cümlenin başka ellerde nasıl zenginleşebildiğini görmek güzeldir. Ama etkilenmek, hayranlığın ya da etkilenme endişesinin esiri olmadan etkilenebilmek, başkasının bizde yaşamaya devam etmesi, daha güzeldir. Geri dönüp baktığımda İhsan’la genç yaşta başlayan arkadaşlığımızı etkileyenle etkilenenin her an yer değiştirdiği bir ilişki olarak hatırlıyorum. Yaşadığım her eve benden önce girip izlerini bıraktı. Cümlelerdeki izler, onlar zaten hep var.
Kaynak: k24
Şununla paylaş: