Bu metinler örselenmiş bir aklın kendi yazın süzgecinden geçmiş saçmalarını vadediyor. Ne aydınlanmaya ihtiyacı olduğu varsayılan insan tekini ne de kitleleri harekete geçirmek gibi kutsal bir amacı var. Sözün özü bütün eksiklik ve çelişkileriyle bu metinlerin saltık amacı yine kendindedir.
İnsan, tabiatı gereği düşünürken, kendinden müteşekkil bir orduyla muharebe halindedir. Bu muharebe alanında uzun süre kalıp da sağ salim çıkan pek azdır. Sırf bu harpten kaçmak için binlerce uğraş edinmiş, medeniyetler inşa etmişizdir. Öyle ki bugün hepimiz, bütün korsanlıklarına, haydutluklarına, sömürülerine rağmen bir kültürün içine doğmuşuz, doğuyoruz. Dolayısıyla melez bir yaşam bizimki. Binlerce kuralı, yücesi, ön kabulü var. Bunlardan hiçbirine dokunmadan düşünmek, yaşamak dahası ölmek mümkün değil.
Epey uzun bir süre coşkunun, tutkunun, dünyaya tırnaklarını geçirmenin bir anlamı olduğunu düşünerek daha doğrusu böyle duyumsayarak yaşadım. Herkes gibi o zamanın mahsulü bazı işlere ben de kalkıştım. Bunlar hemen hiç düşünülmeden yalnızca rastlantı sonucu yapılmış fakat bir o kadar da sosyokültürel ve ekonomik çevrenin imkanları dahilinde gerçekleşmiş ya da dayatılmış şeylerdi. Söz gelimi bugünün Suriyelisi, o zamanın büyük kentlere yeni yeni göç eden cahil, hamal Kürtlerinden bir ailenin çocuğu olarak merdiven altı konfeksiyon atölyelerinde, tarlalarda, çay ocaklarında, esnaf lokantalarında sigortasız ve üç kuruşa hayatı öğrenmek maksadıyla ama biraz da aile ekonomisine katkı sağlamak için kısa aralıklarla çalıştım ya da herkes gibi ben de aşkın o buruk tadını duyumsadığımda şiire bulaştım. Dahası bu illet sonraları da yakamı pek kolay bırakmadı. Yalnız kendi ezberimde olan bu metinleri gün aşırı yok ede ede nicel olarak epeyce azalttım. Şiir coşkunun, tutkunun, sarhoşluğun en somut hali idi. Onu kaybettikten sonra geriye yalnız sert, kuru, acımasız, sürekli değişen ve tam yakaladım dediğinizde elinizden kurtulan bir hakikati bulma arzusu kaldı ki o da son derece beyhude ve lüks bir uğraştır.
Onulmaz bir tembelliğin gözetimi altında, eyleme geçmenin her türlüsünden rahatsız hem birbirine değmeden yaşayan hem de sanki birbirinin uzantısı haline gelmiş uzuvlar kümesi gibi yerli yerinde duran düş-üncelerle öylesine sarhoşum ki bu hali bozan her şeyin düşmanıyım. Bütün yaşadıklarımız, düşündüklerimiz er ya da geç bizi bir noktaya getirir. Yaşamın sonsuz döngüsünden mutluluk dışında her şey çıkar. Bir tek o sonludur yani kısacıktır. Bu esasen inanarak söylediğim bir şey de değildir. Yalnızca ezberlerimizden biri denebilir buna. Bu bahsi filozoflardan ve sanatkarlardan duymuş, okumuşsunuzdur. Nihayetinde söz hepimizin malı. Öyleyse neden lafı uzatalım? Açıkça etkilendiğim, Fransızca bilmediğim göz önünde bulundurulursa nasıl etkilendiğim de şaibeli, bir isme lafı uzatıp soralım: “Hayat yaşamaya değer mi?” Akıl, daha havalı olsun us diyelim hadi, açıkça hayır der buna. Duyularsa hiçbir zaman akıl kadar net cevap vermeyecektir. Çoğu kez yaşamak için binlerce nedeni vardır. Yaşamın sarhoşudur, onu hep olumlar. Salgında, bunda, yıkımda, kriz anlarında bile yaşamı olumlayacak bir yan bulabilir duyular. O derece, öylesine kaypaktır. İnsanın bir kurgu olduğu kabul edilirse, ortalama bir ömür boyunca işte bu ontolojik sorunlar etrafında gider gelir insan.
Söze örselenmiş akıldan bahsederek girdik. Bu durumda deli denebilir mi bana? Beylik laflar ettim diye akıllı denebilir mi? Sözdizimini bozdum diye şair; akıl, duyular filan dedim diye filozof denebilir mi? Belli bir amacı olmayan metinler kaleme alan, yazısı çirkin, aşklarıyla dillere destan olmamış ya da ucundan da olsa siyasaya, aman oğlum bulaşma’mış, biri yazar olabilir mi? Ne kendimi ne de siz hayali dost-düşmanlarımı yüceltmeden ve her şeyi yerli yerine koymadan sözü burada bırakalım. Bundan sonraki metinler kimi kez özenli kimi kez savruk, kiminde TDK onayından geçmiş, kiminde zırcahilce bir lisanla bu toplamın içinde kendine yer bulacak.
Şununla paylaş: