Aynı hafta, önce Parrhesia 2, sonra Khora olmak üzere iki güçlü oyun izledim. Birbirinden farklı güçleri ve farklı bakış açıları olsa da köklerinin aynı olduğunu söylemek istiyorum. İkisi de hakikatle ilgileniyor ve hakikatle beraber şiddetle ilgileniyor. Parrhesia, hakikati konuşmak, sonucunda ne ile karşılaşacak olursan ol, hakikati konuşmakla ilgiliyken bu iki temanın, iki oyunda da birlikte ortaya çıkmasına şaşırmamalı.
Parrhesia hepimizin paylaştığı bir dert değil mi? Bugün ben kendi adıma, hakikati konuşmakla büyük bir dert içindeyim. Hakikati konuşmanın ön koşulu hakikati bilmek midir? Yoksa benim hakikatim konuşmak için yeterli mi? Üstelik hegemonik cümlelerin arasında ben, kendi hakikatimi konuşursam başıma ne gelir? En basiti yalanlanıyorum, ama daha korkunç sonuçlar da bekleyebilirim. Bugün ben konuşmaktan bahsederken, bu sonuçları bekleyerek konuşuyorum. Tıpkı Parrhesia 2’de kendi hikâyelerinden bahseden oyuncuların teker teker yere çakılması gibi. Ping pong topları gibi (oyunun estetiği hakkında çok şey söyler bu) tekrar çakılıp, tekrar ayağa kalkmak mı Parrhesia?
Her şeye rağmen kendi hakikatlerini konuşan insanlara, dostlarıma nasıl davranıyorum? Khora’da benzer bir dinlememe hikâyesi vardı. Dans etmekten, uyuşmaktan, devam etmekten bıkan her bir karakter, sonunda kalabalık tarafından yutuldular ama yutulmadan önce mutlaka bir hikâye anlattılar. Onların olan, onlara ait ve sahici hikâyelerdi bunlar. Tanıklık, tanık olmak ve tanıklığını anlatmak ve seyirci olarak bütün bunlara şahit olmak, dinlemek. Travma anlatılarının en önemli kısmı bu diyor Susan Brison, Aftermath adlı kitabında. Travma anlatısı mutlaka bir dinleyene, empatik dinleyene ihtiyaç duyuyor. Holokost tanıklıklarını örnek veriyor Brison, travma anlatılarının yalnızca hakikati konuşmakla ilgili olmadığını aynı zamanda travmayla beraber parçalanmış hafızanın tekrar inşa edilmesi için bir araç olduğunu söylüyor. Kişi, anlatısıyla beraber kendini yeniden inşa ediyor ve empatik bir dinleyicinin karşısında, tanınma ile bu inşa süreci tamamlanmış oluyor.
Seyirci olarak şahit olmak, senden çok şey isteyen bir deneyim. Parrhesia 2 de Khora da bunu farkında olan iki oyun. Sana nefes alacak alanlar veren, oyunsuluğuyla eğlendiren, ama söylediklerini hafifletmeyen oyunlar. Zaman zaman iki oyunu da izlerken önüme eğildim ve başımı tuttum yastan. Aman neyse, diyemediğimiz yaslar bunlar. Konuşmamanın yası, susmanın yası, seyirci kalmanın yası. “Bystander” kelimesini seyirci diye çeviriyor internet. Bu bana ciddi bir ilham veriyor. Augusto Boal, Ezilenlerin Tiyatrosu’nda oyuncularının hepsini hem seyirci hem oyuncu olarak kullanır. Bu oyunda, katılımcılar yani oyuncu-seyirciler ezilme hikâyelerini getirirler. Ezilen oldukları bu hikayeler, yeniden üç karakterin başrolde olduğu bir şekilde canlandırılır: ezen, ezilen ve seyirci yani bystander.
Orada öğrendiğim en kuvvetli şey, bystander olmanın, yani seyirci kalmanın, belki de elimizdeki en kuvvetli rol olduğudur. Seyirci kalmak veya aktif seyirci olmak arasındaki fark çizilir. Çünkü bystander’ın, yani seyirci kalanın, ezilme hikâyesini değiştirme gücü vardır. O yaptığı seçimlerle bu ezilme hikâyesini değiştirebilir, ezileni ezenden “kurtarabilir” veya sessiz kalarak ezenin elini kuvvetlendirebilir. Ayağa kalkıp, ezilenin hikâyesini değiştirmek bizim elimizde. Neden kalkmıyoruz?
Parrhesia 2’nin buna bir cevabı var. Bütün şiddetin ve kargaşanın ortasında, kendini tanıtan oyuncular karanlık bir ironi yaratıyorlar. Hepimiz için birimiz hikâyesi kısa bir sürede birimiz için hepimize dönüşüyor sanki. Birbirimize dönen öfkemiz, yıkıcılığımız, bir bilgisayar oyunundan fırlama şiddetimiz o hiç sevmediğimiz sistemin en büyük ihtiyacı değil mi? Aynı zamanda sistemin en büyük marazı bu şiddet, çalışmayan bir mekanizmanın gıcırtıları adeta. Kendi anlatılarımız da bu çalışmayan mekanizmanın içinde duraksayıp durur bazen. Başka bir hayat yaşamanın, daha basit, daha özgür ve sade bir hayat yaşamanın hayali içinde kavrulur dururuz da değişim bizim için bir arka sokağa taşınmaktan öteye gidemez. Ve sıkışmışızdır, sıkışmış, birileri gelip buzlarımızı çözer, sonra tekrar sıkışırız. Evet, halimiz budur. O yüzden Parrhesia 2 hakikati söylerken beni rahatlatmıyor.
Khora ise seni şahitliğe davet ederken, oyuncuların kendi tanıklıklarından, ezilenlerin tanıklıklarına geçiyor. Bu kuvvetli bir tercih, çünkü bir gerçek var ki hepimiz seyirci kaldığımız bu dünyaya, ezilenlerin tanıklıklarına şahit olmaya gelmişiz. Kendi ezilme deneyimlerimizle kavrulup, ezilenlerle dayanışmak için burada olmalıyız. Khora, kendi karakterlerini bir tabuta sokarak, ezilme deneyiminin kendisiyle yüzleşiyor. Her bir ezilme tanıklığını yeniden canlandırırken, aynı zamanda sesini duyamadığımız maduna ses olmaya çalışıyor. Zaman geliyor, kendisi de susuyor ve madunun sesini duymamız için bizi sessizliğe davet ediyor.
Khora, aynı isimli son bölümünde, irrasyonel bir dansa davet ediyor izleyicilerini. Rasyonel olarak dünyada, karşılaştığımız her şeyin bir kenarında, öteki ucunda, dışında bir danstır bu. Yası içimizde tutarak, doğuşu, olmayı önceleyerek, delice bir dansa başlıyoruz. Kristeva’nın daha sonra Platon’dan devşirdiği bir terimmiş khora ve dilin oluşumundan önceki, anneyle ilişkiye bağlı olan irrasyonel yani anlamın sabitlenmediği, semiotik olan o dilin ifadesiymiş. Daha önce biraz Kristeva okumuş bir insan olarak çok da anlamasam da bahsedilenleri, bu delice dansın olanları iyi yansıttığını düşünüyorum. Belki de bilmeden önceye gitmeliyiz, konuşmanın da öncesine, parrhesia’dan da önceye. Yaşantımızın bu kadar karmaşık olduğu günlerden daha sadelerine geçmeliyiz. Ama önce yaşamalıyız. Yaşamalıyız.
Şununla paylaş: