Ozan Utku Akgün ile “Zihinde Siyah Bir Nokta” Üzerine Söyleşi

Bu Çağ Dergi > Genel > Söyleşi > Ozan Utku Akgün ile “Zihinde Siyah Bir Nokta” Üzerine Söyleşi

Ozan Utku Akgün ile “Zihinde Siyah Bir Nokta” Üzerine Söyleşi - Bu Çağ Dergi

“Bir tür dinginlik küresinin içinde kendimi koruyup saklayabilirim ve orada bana kimse dokunamaz. Öyle bir ruh haliyle ortaya çıktı Zihinde Siyah Bir Nokta.”

 

Söyleşen: Mahmut Sefa İpek

 

İlk kitabı 160. Kilometre’den çıkan Ozan Utku Akgün’le mayıs başında Ankara’da buluştuk. Kahveye yine çok para verdiğimiz bir kafede şiiri, hayatı ve Zihinde Siyah Bir Nokta’yı konuştuk. Konuşmaya doyamadığımız keyifli bir sohbet oldu. Duygu paleti bu denli geniş bir şiir kitabını şairiyle konuşmak bana çok iyi geldi, umarım siz de keyif alırsınız.

 

Merhaba Utku. Kitabın baş döndürücü. Zihinde Siyah Bir Nokta tekrar tekrar okunacak harika bir ilk kitap, tebrik ederim.

Süper, çok sevindim.

 

Kitabını en iyi sen tarif etmişsin:

“Bir halının tekrar eden gizemli motifleri gibi uç uca

Eklenerek his çemberini dokuyorlar”

Bu duygu haritasını da çok büyük büyük konuşarak da çizmemişsin, yumuşak, sakin, kendinden emin. Bu senin ilk kitabın ama alışkın olduğumuz bir ilk kitap değil çünkü bunlar senin ilk şiirlerin değil. Sıra dışı bir ilişkin var şiirle. Ben seni ilk tanıdığımda şair olduğunu asla bilmiyordum. Fragman metinler yazıyordun, daha çok anı şeklinde. Gizemli biriydin. Sonradan öğrendim ki en başta şiir varmış.

İlk önce şiir vardı, evet. Sonra uzun bir süre koptum. Uzun zamandır bir roman yazıyorum ama o da bir sonuca varmıyor. Vardırmayı düşünüyorum ama. Zihinde Siyah Bir Nokta ise aslında bir hastalıktan sonra ortaya çıktı. 2022 yılı sonunda testis kanseri teşhisi aldım. Atlattıktan sonra yeni bir ruh haline girdim ve bu kitabı bir sene içinde parça parça yazdım. Benim için bir tür nekahet dönemi günlüğü gibi oldu. Ağır bir hastalıktan sonra ciddi bir kırılma yaşıyorsun ve yeni bir ruh haline geçiyorsun. Hastalık, biraz böyle bir şey sanırım. Gün içinde bir “duygu seline” kapılıyorsun. Karmakarışık bir şey. Ölüm düşüncesiyle haşır neşirsin sürekli. Zor. Ama bir yandan da bana şunları getirdi bu hastalık: Kendini olağan akışa bırakma, olağan akışta süzülme… Vasatın bir güzelliği, parıltısı var, ona kapılma. Yani hayatı olduğu gibi kabul etme, kendini ve ruh dünyanı olduğu gibi kabul etme.

 

En başta nasıl ilişki kurmuştun şiirle?

Heves tayfasını 22-23 yaşında, epey sonradan tanıdım. Daha klasik bir çizgide duruyordum, böyle İkinci Yeni çizgisinde. Onları seviyordum, yeni şairlerden haberim yoktu. O çizginin dışına Ahmet Güntan ve Lale Müldür’le beraber çıktım. Voyıcır 2 benim için çok önemli bir kitap. Saatler ve Geyikler, İlk Kan, Güneş Tutulması 1999 ve Voyıcır 2. Onlarla İkinci Yeni çizgisinin dışına çıktım ama yeni şairleri hiç tanımıyordum. Daha çok lirik takıldım. Celan seviyordum, Celanvari şiirlerdi ilk yazdıklarım. Daha sonra koptum. Tiyatroda lisansüstü yapmaya başlamamla daha çok anlatıyla ilgilenir oldum. Şiirden kopup anlatıya yöneldim. Geri dönüşüm de bir tesadüf. O arada yeni şairleri tanıdım, şiir anlayışım tamamen değişti. Amerikan şiirini çok sevdim. Walt Whitman ve C. K. Williams’ı çok severek okuyorum. Etkilerinin direkt görülmesi mümkün değil sanırım ama şiir dünyamı onlar da şekillendirdi muhtemelen. Şiiri yeniden sevmeye başladım aslında, bir ara sevmiyordum. Ama esasında hastalık krizi, ruh halimdeki bu büyük değişiklik beni tekrar şiire götürdü.

 

Bir de şunu merak ediyorum. Bu şiirlere nasıl başladın?

Aslında şiir olarak başlamadı. Burak Fidan benden Raskol’un Baltası için bir şeyler yazmamı istedi. O sırada inzivadaydım, kemoterapi sebebiyle. Her şekliyle inzivaydı. İnsanlardan da ayrıldığımı düşünüyordum, biriyle karşı karşıya gelip iyi misin? sorusuna muhatap olmak istemiyordum. O soru sana atlattığın şeyi hatırlatıyor çünkü. O ara bir nekahet günlüğü tutmaya başladım. Bir süre sonra onu anlatı olarak devam ettiremeyeceğimi ve duygularımı, belki başladığım psikiyatrik ilaçların da etkisiyle ara ara devreye giren manik ruh hali içerisinde, ancak patlamalarla ifade edebileceğimi fark ettim. O inziva günlüğü yavaş yavaş buradaki şiirlere dönüşmeye başladı.

 

Peki bu yaşadıkların ve yazdıkların olmasa yine de şiir yazma veya şiire dönme isteğin var mıydı?

Sanırım roman yazmaya devam ederdim. Buna da şiir yazarım diye başlamadım zaten. İnsanlarla etkileşime girmek istiyordum, Instagram’a günlükler olarak post’lamaya başladım. Ondan sonra yavaş yavaş onu bir kitap olarak görmeye başladım ve öyle şekillendi.

 

Benden eski akademisyensin. Şairin duygu yoğunluğu, bilincinin kendi seyrinde ilerlemesi bir akademisyen için zor. Daha analitik bakıyoruz her şeye. Benim şiirle bağım tamamen koptu. Sende de böyle bir gerilim olmuş olmalı. Çalıştığın konu da sanatın bir dalı, nesnesini doğrudan anlamaktan çok kategorize etmeye iten bir disiplin olsa gerek. O da böyle kendiliğinden bir akışı öldürebilir gibi geliyor bana. Sen de uzun süre şiirle ilişkini kestin, akademisyenlik hayatında ikinci plana düştüğünde böyle bir kitap yazdın.

Akademisyenlikten ziyade hocalık, insanı bir kılıf içine sokuyor, bir giysi giydiriyor. Bir personanın içinde kendini saklamak var bu işin içinde. Çünkü ders vermek ve öğrencilerle ilişki kurmak altı çizili biçimde ciddi bir iş. O ciddiyetin içinde kendini olabildiğince silmek var. Kendi benliğini olabildiğince gizlemek ve ikinci bir benlik olarak hocalığı ortaya koymak… Uzun süre yazmamanın sebeplerinden biri de bence bu: Kendimi gizlemiş olmam. Hastalıkla beraber bu da değişti. Artık o hocalık sorunlarının, akademinin filan içinde kalmak istemediğimi, bunları çok da sevmediğimi kendime söylemeye başladım. İhanet etmeye başladım onlara ve rahatladım. Koyveriyorsun böyle bir durumda.

 

“Ve her şeye kasten koyvererek devam ediyorsun.” demiştin şiirinde.

Evet öyle. Umursamıyorum artık. İyi bir hoca olmayı seviyorum hâlâ ama parlak bir akademisyen olmayı umursamıyorum mesela. Hocalık sevdiğim bir şey ama akademisyenlikle ilişkim kesildi.

 

Formsuzluğu ve köşesizliği seviyorsun gibi, akademi de bunun biraz tersinde. Orada bir gerilim var sanki.

Evet, akademiye sığmayacak kadar pop biriyim. İçimdeki popu da özgür bırakmak istiyorum. O ne söylerse onu söylemek istiyorum.

 

Kitapta Mustafa Sandal vardı mesela.

Benim için çok önemli bir albümdür Gölgede Aynı. Kitabımın o albümün yakınında olmasını istiyorum. Onun bana küçükken hissettirdiği o aşk ve hayat duygusunun bir parçasını yakalamasını istiyorum kitabın.

 

Hafıza senin için çok önemli bir malzeme. Tarihten, sanat birikiminden, kişisel tarihçenden çok besleniyorsun.

Çocukluk benim için ilginç biçimde hep önemli oldu. Uzun yıllardır depresyondayım ve depresyonu bir hastalık olarak görüyor, çocuklukta hastalandığımı düşünüyorum. Tarihsel olarak nasıl hastalandığımı ve o hastalığın içinde nasıl büyüdüğümü takip edebiliyorum. Dolayısıyla çocukluk benim için çok önemli. İkincisi, bu nekahet döneminde çok okudum. Sevdiğim şeyleri yeniden okudum ve izledim. Onların hepsi ister istemez girdiler şiire. Özellikle Duras, Weerasethakul ve Tolstoy. Özellikle Duras’ın ve Weerasethakul’un genel ruh halime çok yakın dünyalarını yeniden gördüm, tekrar onlarla karşılaşmak hoşuma gitti. Tolstoy’daki mutluluk bilinci ve ideali; bu da yeniden ilgimi çekti. Kitaplarla ve filmlerle bayağı vakit geçirdim.

 

Kitap kabul edilme olgusuyla ilgili bir şiirle başlıyor.

“rüyasında dev bir stadyumda iş buldu ama istemedi.”

İşe kabul edilip bunu istemeyen ama sonra “tezgâha bırakılmış kadehlerin” mutsuz ettiği biri var o şiirde, “partinin bittiğini en son haber alan” biri.

Kanser gibi bir şey atlattıktan sonra hastalıkla damgalandığını ve sağlıklılar kümesinden ayrıldığını düşünüyorsun. Tezgâhta bırakılmış kadehler, bir bakıma “siz başka yerdesiniz, ben başka yerdeyim, artık aranızdan ayrıldım ve aranıza hiçbir zaman katılamayacağım” anlamına geliyor. Biraz öfke, biraz haset, biraz yas, karmaşık duygular. Bir yandan şu da doğru: Yaşamı tekrar buluyorsun hastalıktan sonra. Bulduğun yaşamda da eski yaşamında beğenmediğin şeylerden kurtulmak için hızlı davranıyorsun. Aslında hastalık insana hızlı olmayı öğretiyor.

 

Pratik olmak gibi mi?

Yok, daha çok kendini açmak, içselliği dışa doğru püskürtmek, hız kazanmak gibi. Vaktinin dar olabileceği düşüncesi bir dışsallaşma isteğini beraberinde getiriyor. Garip bir şekilde şunu da getiriyor: Bir tür dinginlik hali. Ruhtaki karmaşa çözülüyor, çünkü çok büyük bir şok bu. O büyük şokla ruhtaki yerleşik karmaşa çözülüyor ve bir dinginlik hali oluşuyor. Aslında bu kitap bence biraz bu dinginliği takip ediyor.

 

Evet. Ben de şunu fark ettim: Hastalıkla kurduğun ilişki, kendinle kurduğun ilişkiyi de başka bir boyuta taşımış. Bahsettiğin çözülmeyle beraber ortaya çıkan duygularla kendini daha iyi tanımışsın.

Bu çok garip bir şey. “Kendini sorgulamak” benim genelde hafife aldığım bir şeydir. Ama sorguluyorsun. N’aptım, n’apıcam? Ama şuraya vardım: Hiçbir şey yapmam gerekmiyor. Hiçbir amacım olması gerekmiyor. Benden beklenenleri elimin tersiyle itebilirim. Bir tür dinginlik küresinin içinde kendimi koruyup saklayabilirim ve orada bana kimse dokunamaz. Öyle bir ruh haliyle ortaya çıktı Zihinde Siyah Bir Nokta.

 

Kitapta bir yerde,

“zihinde siyah bir nokta olarak duruyor varlığı. bu noktayı büyütmek. kendini yeniden bulmak zorunda. her sabah yaptığı gibi.”

diyorsun. Siyah bir nokta dediğin zaman kanser acaba beyinde mi diye soruyor insan. Sonra öyle olmadığını da açıkça yazmışsın. O yüzden kendinle kurduğun ilişkiyle bağdaştırdım hastalıkla ilişkini.

Bende böyle karanlık bir tohum var. Her sabah büyümeye başlıyor uyandığımda. Benim onu ilaçlarla ve basınç uygulayarak kontrol altında tutmam gerekiyor. Her sabah kendimi ittirerek güne başlıyorum. Daha önce böyle değildi. Şimdi bunun antrenmanını yapıyorum. Güne böyle başlıyorum, siyah noktanın daha küçük kalmasına ve çevresinde duyguların dolaşabileceği boş bir alan olmasına dikkat ediyorum. Çünkü o siyah nokta çok büyüyünce duygulara yer kalmıyor.

 

Güneşle çok ilgilisin, kitapta 21 defa geçiyor. Kitabın açılışında nesnelerin bir jeneriği olsa güneş baş rol olurdu.

Ben 1999 güneş tutulmasında hastalandığımı düşünüyorum. O sırada bir söylenti çıkmıştı dünyanın sonu gelecek diye. On iki yaşındaydım ve bu kehanet beni çok etkilemişti. Korkunç sıcak bir yazdı. Güneş tutulmasının arkasından çok büyük bir deprem oldu. Benim için dünyanın çok tekinsiz bir hale geldiği bir zamandı. Güneş bende bir gerçeklik olarak her zaman mevcut. Yaz mevsimlerini çok severim. Yazın uyunan öğle uykularını, pansiyonları, kumsalları çok severim. Bir bırakmışlık vardır yazda. Aynı zamanda sıcak ve güneş beni çok korkutur. Yazları çok endişeli olurum. Aynı zamanda da çok taşkın olurum. Onun için güneş, sıcak ve yaz benim için önemli motifler.

 

Küre, çember, halka… Kitapta sıkça tekrarlanan motifler.

Evet. Bir ruh çemberine girdim. Kimsenin onu kırmasını istemiyorum. İncitilmek, bir şeye zorlanmak, bir amaca sürüklemek istemiyorum.

 

Arabayla ormana gittiğin sahnede çok çarpıcı bir şekilde vermiştin onu:

            “indirgemeler, buyurmalar, teklifler dünyasına dönmek. istemiyor. sürüklenme. gözlerini açası gelmiyor. akılla donanmamak için.”

İlk hissettiğim şey şu oldu hastalıktan sonra: Hayatın beni şaşırtan ve neşelendiren yanlarını keşfettim. Bence neşeli bir kitap bu. Bir yanıyla kederli ama genele bakınca, neşeli bir kitap olduğunu düşünüyorum. Hayatın gizemli ama basit oluşu… Bu tanımlama, benim perspektifim oldu. Kitabı ben gizemli ve basit bir kitap olarak görüyorum.

 

Ben de katılırım buna. Kitabın en çok takdir ettiğim yönlerinden biri bu. Hakikaten kara bir melankoli anlatıyorsun ama buna boğulmuş biri yok kitapta.

Evet. Kronik bir biçimde depresifim, bu benim mizacım. Hâlâ öyle tabii, hastalıktan önce olduğu gibi. Yine de ikinci bir ruh perdesi açıldı. O gayet neşeli, atak, hızlı, hayatı anında kavrıyor, oyalanmayı seviyor, boş zaman geçirmeyi, uyuklamayı seviyor. Kitapta böyle bir boş zaman motifi de var. O boş zaman içinde oyalanan, kendini şair olarak tanımlamasa da şairce oyalanan biri var.

Uzun süre bir sevgilim olmadı. O yalnızlık hali çok zordu ama aynı zamanda çok sevdim. Bir yatakta tek başına yatmayı, loş ışıkta tek başına oyalanmayı, gündelik hayatı kimseyle paylaşmamayı, gündelik hayatta özgürce dolaşma halini çok sevdim. İkili bir duyguydu. Yalnızlık zor ama çok güzel. Kitapta da neşeli bir yalnızlık küresi var, ona soylu yalnızlık diyorum. Duygu dünyamı orada kurdum, tek başına yan yatarak, kitap okuyarak ve düşünerek, Instagram’da gezinerek, tek başına uykuya dalarak bir hayat kurdum. Uzun bir süre o hayatı yaşadım, o da çok önemli benim için.

 

“Hücresel yalnızlığını. Ve bu yalnızlığı istediğin gibi

Dokuyabilirsin artık.” yazmıştın.

Evet, onu çok önemsiyorum. Beraberlik halini de çok seviyorum ama… Yalnızken müzik dinlemek diye bir şey var mesela, bu kendi başına çok özel bir şey.

 

İkisi birden dengeli biçimde devam ettirilebilir mi sence?

Bilmem, o kadar uzun süredir yalnızım ki unutmuşum. Bakıcaz.

 

Ne eklemek istersin?

Kanser çok kapandığımı hatırlattı bana. Mesela şimdi açılmaktan utanmıyorum ve açılmayı seviyorum. Bu kitap açılmak anlamına da geliyor benim için. Saçılma halindeyim hatta. Sürekli konuşmak, etkileşmek, duygu akışı sağlamak birileriyle… kanallanmak istiyorum.

 

 

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paylaş
Bağlantıyı kopyala