Sıkıntı, İhtiras ve Arayışın Şair Olarak Portresi: BAUDELAIRE

Bu Çağ Dergi > Genel > Kitap > Sıkıntı, İhtiras ve Arayışın Şair Olarak Portresi: BAUDELAIRE

Sıkıntı, İhtiras ve Arayışın Şair Olarak Portresi: BAUDELAIRE - Bâki Ayhan T.

“Her dakika zaman duygusu, zaman düşüncesi altında ezildik.

 İki yol var o karabasandan kaçmak, onu unutmak için:

haz duygusu ve çalışma. Haz bizi yıpratır. Çalışma güçlendirir.

Seçim bize kalmış.” (Baudelaire, “Apaçık Yüreğim”)

 

Belli sözcüklerle anılmak bazı şairlerin kaderi olsa gerektir.

Yalnızca modern şiirin değil aynı zamanda sanatta modernist anlayışın da kurucularından olan Charles Baudelaire “sıkıntı”nın üzerine, hatta içine doğmuş bir şairdir.

1821 Nisanı’nda Charles’ın doğduğu Hautefeuille Sokağı’ndaki evde başlıca spleen (sıkıntı) hiç kuşkusuz yaşı epeyce ilerlemiş bir baba ile genç bir annenin paradoksal, çatışmalı varlığıydı. Bu arızalı durum daha çocukluğunun ilk yıllarında onun üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Bu yetmezmiş gibi henüz altı yaşındayken babasını yitirmesinin onda doğurduğu acılara hemen ertesi yıl daha büyükleri eklenecek, çok sevdiği annesi yeniden evlenecektir. Bu, Charles’ın, annesini manen yitirmesi gibi bir şeydi. Annesine olan tutkulu, arızalı bağlılığı, “Benim gibi oğlu olan bir kadın, yeniden evlenmemeliydi.” sözünden anlaşılabilir. Birbiri ardına gerçekleşen bu iki olay Baudelaire’deki ezeli ve ebedi sıkıntının tohumlarını atmıştır denebilir. İlkgençlik yıllarından itibaren yoğunlaşarak ilerleyecek, giderek de benliğine büsbütün yerleşecek olan sıkıntı onu uçlara götürmüştür. Kumar, afyon, absent, siyah Venüs, şiir, sanat, pasaj gezintileri, vitrinler önünde geçirilen saatler vs. hepsi bu derin varoluş sıkıntısından kurtulmayı denemenin yollarıdır.

Baudelaire’in, döneminin tanınmış dandy’lerinden olduğu bilinir. İyi giyinmek, modayı yakından izlemek, iyi yerlerde yiyip içmek, sergilerde ve salonlarda boy göstermek onun başlıca tutkuları arasındadır. Böyle yaşayan şairin sanat anlayışı da buna koşut gelişir: Baudelaire sadece bir şair değil, çağının sanatında, modern sanatın gelişmesinde söz sahibi yönlendirici bir fenomendir aynı zamanda. Bunu da kentlilik içerisinden, metropolün gizemleri içerisinden gerçekleştirmiştir. Bohem ile dandy arasındaki derin uçurumu kendisinde birleştiren şairdir Baudelaire. Bohemin coşkusu, açık yürekliliği, isyanı ve kayıtsızlığıyla dandy’nin mesafeli ve gururlu halini kişiliğinde sentezlemiştir.

Öte yandan, kalabalıklar arasında, vitrinler önünde, pasajlarda tek başına gezinen, kimse tarafından fark edilmezken herkesi fark edebilen flâneur tipi belirlemesinin Baudelaire kadar yakıştığı şair sayısı çok azdır. Adeta modern öncesi zamanların saz şairlerinin (troubadour) kırlarda gezinerek doğadan ilham alması gibi Baudelaire de metropolde dolaşarak sokaklardan, kalabalıklardan, vitrinlerden imge toplamaktadır. Aslında Baudelaire metropol karşısında ikili bir tutum gösterir; kendisini cendere içinde tutan metropol, sanat ve hayatın birlikteliği söz konusu olduğunda onun için bir yücel(t)me aracı gibidir. Kente ait her şeyin yüceltildiği bir anlayışla devinir Baudelaire’in hayatı ve sanatı. Geleneksel anlamda estetik olandan şiddetle sıkılırken bir yandan da sıkıntının estetiğini yapar. Sanayi artıklarını toplayıp yeniden sanayinin hizmetine sunan sokak paçavracısını, çöp toplayıcısını imge avlamak için sıkıntı içinde aylak aylak dolaşan şairle bir tutması, dolayısıyla da modern zamanlarda imgenin aslında sanayi artığı olduğunu duyumsatması bunun sonuçlarından biridir.

Benjamin’in “XIX. Yüzyılın Başkenti Paris” makalesinin hemen girişinde belirttiği gibi büyük pasajların yapımının 1820’lerde başladığı bilinmekle birlikte esasen 1850’ler ve ‘60’lar Paris’in baştan ayağa yenilendiği, yıkılıp yeniden yapıldığı yıllardır. Kendisi de aynı zamanda Güzel Sanatlar Akademisi üyesi olan Baron Haussmann’ın kenti yeniden düzenlerken yaptığı köklü değişiklikler, modernist kent atılımları dönemin yaşam ve sanat ruhunun oluşmasında en az sanat atölyelerinin çalışmaları kadar önemlidir. İmparator III. Napoléon’un kendisine verdiği sınırsız yetkiye dayanarak işe koyulan Haussmann, yaklaşık on beş yıl süren çalışma sonunda merkeze yığılan küçük binaları yıkarak geniş cadde ve bulvarlar açmış, Paris’i göz alıcı olduğu kadar da pratik bir metropole dönüştürmüştür. Bunu yapabilmek için binlerce binayı yıkmaktan çekinmemiş, büyük burjuva binalarıyla sınırlanan geniş cadde ve bulvarlar açmıştır. Bu aynı zamanda yoksulların, işçilerin, düşkünlerin Paris’in merkezinden uzaklaştırılıp dışlanması hareketidir. Kente kazandırılan meydanlar, caddeler, bulvarlar, büyük pasajlar, ana geçitler, devasa hastaneler, kışlalar, tiyatrolar, su ve gaz şebekeleri Paris’in çehresini bütünüyle değiştirmiş ve kentte yeni bir yaşam algısının gelişmesinde çok önemli rol oynamıştır.

Bu yıllar, Baudelaire’in olgunluk yaşlarını idrak ettiği yıllardır ve şiirindeki önemli gelişmeler de bu döneme denk gelir. 1840’lardan başlamak üzere yazdığı hemen her şeyde metropolde yaşamanın gerilimi ve sıkıntısı bir aradadır. Hatta denebilir ki onun modernizmi buradan çıkmıştır. Dünyanın ilk metropolü olan Paris’teki mesafe, yabancılaşma, parçalanma, amansızca değişen moda bu büyük şairin hem ilham kaynağı hem de itiraz noktalarıdır. Bütün bu yenilikçi ve dönüştürücü birikimden gelen güç, onun “modernizmin başlatıcısı” olduğu düşüncesini pekiştirir. Hauser, “Kuşku yok ki modernizm Baudelaire’le başlar; onunla, mevcut düzene ve geleneğe başkaldırı olarak anlaşılır.” der, Berman da “Eğer bir ilk modernist göstermek gerekirse o muhakkak ki Baudelaire’dir.” diyerek ona eşlik eder.

Şiirlerinin çoğunda karşımızı çıkan sıkıntı metaforu, Les Fleurs du Mal’i anlamak için en gerekli anahtardır. Daha şiirlere girerken okura seslenişinde çekilen azapların, karşılaşılan çirkinliklerin nedenini açıklamak için “kibar canavar” dediği sıkıntıya vurgu yapar Baudelaire: “İç sıkıntısıdır bu! -sahte yaşlar gözünde, / Darağaçları düşler tüttürüp çubuğunu.” Kitabının ilk bölüm adından da anlaşılabileceği gibi Baudelaire’in hayatı “iç sıkıntısı ve ülkü” karşıtlığının azaplarıyla doludur. Umutsuzlukla karışık bir umursamazlıktan beslenen bu duygu “Spleen” (Sıkıntı) başlıklı şiirlerde doruğa ulaşır: “Sonsuz tekdüzeliğin meyvesi: sıkıntı”. Bu tekdüzeliğin sınırsızlığının farkında oluşu, bir varoluş gereği biçiminde kabullenmiştir. Baudelaire, metropol sıkıntılarını anlattığı Spleen de Paris’de kendisini de sıkıntının bir parçası olarak, kentin fotoğrafını tamamlayan bir ayrıntı olarak metinlere yerleştirir. “Neresi olursa olsun! Neresi olursa olsun! Yeter ki bu dünyanın dışında olsun!” diyecek kadar bu dünyadan, varolanın tekdüzeliğinden sıkılan şair, “Görünüm, değişmezliğiyle tepemi attırıyor.” der ve ardından ekler: “Bu ebedi sıkıntıyla dolu gün benimdir.” Robert Kopp, Paris Sıkıntısı’na yazdığı önsözde Baudelaire’in sıkıntılı ruh halinin onu arayışa ittiğini ve yeni bir yazı türüne yönelttiğini belirtir: “Paris Sıkıntısı’nda söz konusu olan yalnızca sıkıntılı aylağın ruh hallerine uygulanabilen bir düzyazı bulmaktır. (…) Bazıları sıkıntı denen soylu ayrıcalığa sadece Londra’nın sahip olduğunu, neşeli Paris’in ise bu kara ayrılığı hiç tanımadığını sanıyor. Belki bir tür Paris sıkıntısı da vardır; şairimiz bu sıkıntıyı tadan ve tadacak olan çok sayıda insanın bulunduğunu onaylıyor.”

Baudelaire modern şiirin gelenekselden kopup başkalaştığı, sembollere bulanarak aykırı insanı yakalamaya çalıştığı bir dönemde hem bir öncü olarak hem de kişilik göstergesi olarak önemlidir. Şairin kişilik sahibi olması gerektiğinin altını çizer. Yapıtları hayat ile insanın kimi zaman buluşup söyleştiği fakat daha çok da çatıştığı o yarıktan güç alır. Huzursuz, bağlanmasız, gizemli hatta lanetli, kavram ve kuramlara sığmayan adam… Bugün herhangi bir şiir yazısında eğer modern ve modernist kavramlarını rahatça kullanabiliyorsak bunu, o kavramlara sığmayan adama borçluyuz. Açtığı ufuk, daha uzun zaman nice günlere, gecelere, yıldızlara, alacalı şafaklara tanıklık edecektir.

Bize geniş ufuklar açmasına rağmen bazen hayatı bilerek daraltmış, içinde soluk alıp verdiği zamanın içinde kendisine özel bir yer açıp orada soluklanmayı istemiştir. Rahatlama yerine yeni azaplar icat etmiştir maalesef. İçinde yaşadığı zamanın dışına düşme azabını tadan bir adamın, hayatı da sanatı da sıkıntının verdiği bu azapla yoğurması kaçınılmazdır. Hayat onu biçimlendirmemiş, o hayatı ve sanatı biçimlendirmiştir bir bakıma. Hayatın rastlantılarını zaten küçük yaştan itibaren imgeleminde kararlaştırdığı “son”a giden yolda duraklar olarak değerlendirmiş, bu arada kendisi de böylesi rastlantılar yaratmaktan geri durmamıştır. Birbirini tetikleyecek bu umutsuzluk, yorgunluk, boşvermişlik rastlantıları şairin kendi eliyle hazırladığı bir sonun yol işaretleridir. Belki de bu yüzden, biyografi ve şiir bir aradadır hemen daima. Önemlidir bu… Modern şiirin ilk argümanlarından birinin kişilik, kişisellik olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Hayat ile şiir, Baudelaire’de daima iç içedir. Kitabiliğe düşmez, her zaman hayata, sokağa, insana, insan ruhuna bakar. Elbette, kendinden yola çıkarak!

Her şeyden sıkılır Baudelaire; insanlardan, sessizce akan zamandan, arayıştan, kaçıştan, kendi başkalığından ve başkalarının renksizliğinden, sessizlikten ve elbette onulmaz bir kent âşığı olarak, dingin doğadan. “İnsan insanı öyle sever ki kentten kaçtığında aradığı yine kalabalıktır, kenti kıra yerleştirmek ister.” der Apaçık Yüreğim’de. Aradığı hiç durmamacasına bir hareketliliktir. Buna bakılarak denebilir ki Baudelaire aslında XXI. yüzyıl insanıdır. Böyle bir ruh, zamanından erken gelmiş bir ruh elbette sıkılacaktır içinde bulunduğu ortamdan, çağdan, ötekilerden. Bir pansiyonun bekâr odasından annesine yazdığı mektuplar o derin sıkıntının canlı tanıklarıdır.

Yeninin peşinde bir ömür geçirmesinin başlıca nedeni de aslında sıkıntı duygusu ve bundan kurtulma çabasıdır. İçinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun farklı yerlerde, farklı insanlarla, farklı şartlarda soluklanmayı ister. İçe kapanış nedeni de aynıdır. O kadar düşkün olduğu “güzel” bile onun imgeleminde “içinde bir parça ilginçlik, şaşırtıcılık, tuhaflık taşıdığı sürece” güzeldir. Modernliği öyle içselleştirmiştir ki hayatın ve sanatın hiçbir alanında sıradana tahammülü yoktur. Kaleme aldığı sergi ve salon eleştirilerinde de şiirlerde de sonsuzca uzayıp giden bir arayış, keşif duygusu hissedilir. “Edebiyatçılara ancak iki tür kadın önerebilirim: Yosmalar ya da aptal kadınlar.” derken bile düz yolu küçümseyip uçları, uçurumları gösterir. “Yakıcı bir ihtiras”la bakar eşyaya, doğaya, insana, Paris’e; o yakıcı ihtiras sayesindedir ki hayatını şiire dönüştürmüş ve bu şiire bütün azapları ve tutkularıyla kalbini, ruhunu koymuştur. Erişilmez bir şeye inanır, onu erişilebilir şeylerde bulur, bulduğunu sanır; aldandığını anladığında da o vahim sıkıntı, o lanetli ihtiras şairi cenderesinde sıkmaya başlar. Hülyalar, mâlihülyaya dönüşür. “Alıp götüren koku” der bir şiirinde buna, belki de çok genç yaşta çıktığı Hindistan seyahatinin egzotik etkisidir onu böyle konuşturan. Sarhoşluk veren bir kokunun peşinde o erişilmez olana varacaktır. Şiirle varmıştır…

Annesinden ve çok düşkün olduğu dandy’lik kıyafetlerinden sonra belki de en ciddiye aldığı şey sanattı, şiirdi Baudelaire’in. Daima sanatla, şiirle yaşayan, en umutlu anlarında da en umutsuz zamanlarında da sanata, şiire sarılan Kötülük Çiçekleri şairi, dıştan içe bir şeyler taşırken de içten dışa taşarken de “kendisi” olarak kalmayı önemsemiştir. Sanatta kişiliğin, şiirde lirizmin buradan geçtiğini fark eden ilk şairlerdendir. Şiir, belki de her şeyden önce, kendisini ifade biçimidir onda. Ben ve başkası onda iç içe olsa da daima kendisinden yola çıkar. Okur, bir yandan şairin dünyasına girer, bir yandan da kendi hayatının, duyuşlarının farklılaştığını hisseder onun dizelerini okurken. Şiirinin gizlerine erebilmek için hayatına bakmak, hayatındaki tuhaflıkları, aykırılıkları, çatışmaları, paradoksal yönelişleri anlamlandırabilmek için de şiirini hesaba katmak gerekir. Başkalarını gözden kaçırmasa, kalabalığın ruhunu duyumsasa da “bir nergis gibi kendi üzerine eğik” bu adamın sürekli bir sıkıntı içinde olması sürpriz değildir. Kendisine bu kadar eğilen, kendi içindeki uçurumun derinliğini gören birinin başkalarından sıkılması beklenen bir sonuçtur. Öte yandan da başkalarından sıkılan birinin kendi üzerine bu kadar eğilmesi…

Charles Baudelaire…

Sonsuz gökler altında uçsuz bucaksız ufuklara kanat açmışken yaralanıp adi bir geminin güvertesine düşen albatros!

Hem neden hem sonuç hem yara hem bıçak!

*

Şiirin evrensel bir değer olarak varlığını sürdürmesi, zamanın kara deliklerinde kaybolup gitmemesi için çeviri, kültürlerin karşılıklı olarak keşfettikleri en yaygın ve sağlıklı yollardan biridir. Bizim modern şiirimizde de Avrupalı şairlerden yapılan çevirilerin ciddi bir etki alanı oluşturduğu bilinir. Baudelaire, bu bağlamda şiirimizin modernleşme aşamasında en etkili şairlerden biri, hatta en etkilisidir. Bu anlamda, akademisyen ve çevirmen Yakup Yaşa, Baudelaire çevirisiyle kültürlerarası, uluslararası çok önemli bir değer koyuyor ortaya. Yakup Yaşa’yı ve çevirilerin okurla ulaşmasında sorumluluk üstlenen İkaros Yayınlarını; 200. yaşına basan Baudelaire’i andığımız bugünlerde anlamlı bir iş yaparak Kötülük Çiçekleri’nin yeni edisyonunu bizlerle buluşturduğu için yürekten kutlu

 

 

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paylaş
Bağlantıyı kopyala