Levent Yılmaz’dan Baudelaire’den En Güzel Altı Şiir Çevirisi

Bu Çağ Dergi > Genel > Şiir > Levent Yılmaz’dan Baudelaire’den En Güzel Altı Şiir Çevirisi

Levent Yılmaz’dan Baudelaire’den En Güzel Altı Şiir Çevirisi - Charles Baudelaire

Charles Baudelaire

Kötülük Çiçekleri

(1861)

Türkçesi

Levent Yılmaz

Not: Tamam, Kötülük Çiçekleri, ama ben başka bir başlık da olabilir mi diye düşünüyorum hâlâ. Çünkü Kötü’nün Çiçekleri, Kötü Çiçekler de olabilirdi, Kötü’den Çiçekler; Elem Çiçekleri, Bun Çiçekleri dendi zaten. Fenalık Çiçekleri, Fena Çiçekler, Hasta Çiçekler, Hastalık Çiçekleri, Hastalıklı Çiçekler, Acı Çiçekleri, Acının Çiçekleri, Ağrı Çiçekleri — ve bu böyle gider.

 

ŞAİR-İ AZAM

 

FRANSIZ EDEBİYATININ MÜKEMMEL BÜYÜCÜSÜ

PEK DEĞERLİ, PEK SAYGIN

USTA VE DOST

THÉOPHILE GAUTIER’YE

 

EN DERİN MÜTEVAZI

DUYGULARLA

 

BU HASTALIKLI ÇİÇEKLERİ

İTHAF EDİYORUM

 

C.B.

 

 

 

OKUR’A

Zihnimiz işgal altında: salaklık, nekeslik, hata,

günah, içten içe kemiriyor vücutlarımızı ve biz,

bitlerini, pirelerini besleyen dilenciler gibi,

semirtip duruyoruz şirin pişmanlıklarımızı.

 

Günahlarımız dikbaşlı, tövbelerimiz, kaypak;

büyük paralara satıyoruz itiraflarımızı, ve sonra,

aşağılık gözyaşlarımız bütün pislikleri yıkar sanarak,

şen şakrak, düşüyoruz yollara yine, vıcık vıcık çamur içinde.

 

Kötülük yastığında yatan büğülenmiş zihnimizi

beşikte uzun uzun sallayan o, Üç Kerre Büyük İblis,

irademizin bükülmez çeliğini berheva edip

buharlaştırıveren alim kimyager de o.

 

Ya bizi oynatan ipleri elinde tutan? O işte, Şeytan!

İğrenç şeylere bakıyoruz, baktıkça iştahımız kabarıyor;

dehşet mi, vız gelir, leş kokulu karanlıklardan geçiyor,

gün be gün Cehennem’e bir adım daha yaklaşıyoruz.

 

Yaşlı bir orospunun şehit ve pörsük memelerini

emen, öpen, sömüren gariban bir sefih gibi,

biz de, arada kaçak bir zevk araklıyor, onu da

susuz bir portakal gibi, sık babam sıkıyoruz.

 

Ikış tıkış, vızır vızır, bir milyon tenya sanki,

bir İfrit sürüsü beyinimizin içinde cirit atıyor,

oysa ne zaman nefes alsak, Ölüm, o görünmez ırmak

akıyor, aşağılara, sessiz, duyulmaz çığlıklarla…

 

Eğer tecavüz, zehir, hançer ve kundaklama,

daha işlemedilerse bizim acınası alınyazımızın

olduğu yavan kağıda ince hatlarını, hoş çizgilerini,

demektir ki bu, maalesef, sönüp gitmiş ruhumuzun ateşi.

 

Ama çakallar, panterler ve dişi tazılar,

maymunlar, akrepler, akbabalar, yılanlar,

uluyan, hırlayan, tırmanan, çığırtkan canavarların

dolaştığı bu soysuz fenalıklar bahçemizde,

 

bir tanesi var ki daha çirkin, daha adi, daha feci!

Öyle gürleyip ortalarda pek dolaşmaz amma,

istese yeryüzünü çorak bir ülkeye çevirir bir anda

ya da, yutuverir dünyayı bir esneme esnasında;

 

Sıkıntıdır bu! – tuzu kuru gözleri sahte yaşlarla dolu,

ağzında marpuç, aklında darağaçları, üfürür dumanı.

Okur, tanıyorsun sen bu acaib, çıtkırıldım mahlûğu,

– kalleş okur, – benzerim benim, – kardeşim!

 

 

 

BUNALIM VE ÜLKÜ

HAYIR DUASI

Şair, büyük güçlerin aldığı bir karar uyarınca

beliriverdiğinde bu sıkıntıdan patlayan dünyada,

dehşete kapılan annesi, ağzı küfür dolu, sallar

sıkılı yumruğunu ona pek acıyan Allah’a:

 

– “Ah! bir çıyan sürüsü doğuraydım da

bu hilkat garibesini doyurmayaydım!

Düşmüş rahme ceza bir kere, çekilecek,

Ama lânet olsun o kısa zevki tattığım geceye!

 

“Madem ki kadınlar arasında bir beni buldun

kederli kocamın başına bela olayım diye,

madem ki atamam bu çelimsiz garibeyi

bir aşk mektubu gibi ateşlere,

 

“Sana duyduğum, bu içimi dolduran, yakan nefret

pisliklerinin o lanetli alamet-i farikası olan velede yönelecek,

bu zavallı ağacı öyle bir eğeceğim ki yaşken

o hastalıklı tomurcukları ömrübillah çiçek açamayacak!”

 

Böyle deyip yutuyor nefretinin köpüklerini,

ve, alınlara yazılmış olandan zerre kadar anlamayıp

Cehennem’in dibinde anaların işlediği suçlara ayrılan

meydan ateşini hazırlamaya başlıyor kendisi için.

 

Oysa, görünmez bir Melek’in vesayeti altında

horlanıp reddedilen velet güneşin keyfini çıkarıyor,

baktığı her şeyde ve yediği her lokmada,

tanrısal tatlar, ballar ve kuşsütleri buluyor.

 

Rüzgârla oyun oynuyor, bulutla sohbete koyuluyor,

Golgotha yolunda şarkı söylerken keyiften ölüyor,

bu hacc yolunda ona eşlik eden Ruh ise ağlıyor

onun daldan dala sıçrayan kuş misali neşeli haline bakıp.

 

Sevmek istediği insanlar onu kaygıyla gözlüyorlar,

ya da, onun bu yumuşaklığı karşısında cesaretlenip,

bakalım kim bunu hıçkırıklara boğmayı başaracak diye

canavarlıklarını onun üzerinde deniyorlar bir bir.

 

Ağzına götürdüğü ekmeğe ve şaraba

pis tükürüklerle küller katıyorlar;

büyük bir ikiyüzlülükle neye dokunsa çöpe atıyor,

birbirlerini onun izinden gitmekle suçluyorlar.

 

Karısı ise bağırış çağırış meydanlara fırlıyor:

“Madem ki beni güzel buluyor, bana tapıyor

kendimi bir put yapayım ben de,

Kadim putlar gibi yaldıza boyanayım;

 

“Hint sünbülüyle, mürrüsafiyle, tütsülerle,

önümde diz çökenlerle, etlerle, şaraplarla sarhoş olayım,

bakalım böylelikle bana hayran bir gönül için de

çınlayan kahkalarımla aynı ilahi saygıya mazhar olacak mıyım?

 

“Sonra, bu abuk oyundan sıkıldığımda

atayım elimi üstüne, nazik ama kuvvetli elimi;

tırnaklarım, cadılarınkilere benzeyen tırnaklarım

nasıl olsa bulurlar onun kalbine çıkan bir yolu!

 

“Pek küçük, yavru, ürkek bir kuş gibi tir tir titreyen

bu kıpkırmızı kalbi sökeceğim bağrından,

gözde hayvanım doyana kadar yesin diye,

iğrendiğim bu kalbi onun önüne fırlatacağım!”

 

Şair, içi huzur dolu, duacı ellerini kaldırıyor göklere,

orada, muhteşem bir taht beliriyor gözlerine,

aydınlık zihninde çakan o koca ışıklar

öfkeli insanları görmesini engelliyor.

 

– “Hamdolsun size Allahım, siz ki acıyı bize

günahlarımızı iyileştirecek ilahi bir merhem,

ve güçlüleri kutsal hazlara ve şehvetlere

hazırlayacak saf, müthiş bir yağ olarak verdiniz!

 

“Biliyorum, Şair’e bir yer ayırdınız

azizler ordusunun mutlu safları arasında,

biliyorum, çağırıyorsunuz onu huzurunuzda sıralanmış

Rıdvan’ın, Münker’in ve diğer meleklerin ebedi bayramına!

 

“Biliyorum, acı, yeryüzünün ve yeraltının

hiçbir zaman diş geçiremeyeceği tek asalettir,

ama benim ilahi tacımı örebilmek için

zamanların tümü ve tüm evrenler lazımdır.

 

“Ne ellerinizin işlediği o yabancı madenler,

denizlerden çıkan inciler, ya da Eski Palmira’nın

kayıp mücevherleri, yetmez hiçbiri bu ışıl ışıl,

göz kamaştırıcı güzelim alınlığı yapmaya;

 

“Çünkü yalnızca saf nurdan imal edilecektir,

bu saf nur, ilk ışımanın kutsal ocağından alınacaktır,

ve ölümlü gözler, ne kadar ihtişamla parıldasalar da,

hafif kararmış, kederli birer aynadırlar sonuçta!”

 

ALBATROS

Tayfaların canları sıkılır, sıkıldıkça da, albatros avlarlar

çoğu zaman, eğlenmek için; bu koca balıkçıl kuş,

sersem, lakayt yoldaşıdır seferlerin; uçar peşisıra, derin,

karanlık çukurların üstünde seyreden gemilerin.

 

Güverteye, tahtaların üstüne bırakılmaya görsün

bu lacivert enginlerin rezil ve ebleh padişahının,

kanatları düşüverir iki yana; o zavallı, dev beyaz kanatlar,

sahipsiz, başıboş sürüklenen iki kürek gibidir artık.

 

Nasıl halsiz, nasıl sakar şimdi bu uçucu seyyah!

Bir zamanların yakışıklısı pek gülünçtür şimdi, pek çirkin!

Biri uzun ince piposunu hayvancağızın ağzına veriyor,

biri topallıyor, taklidini yapıyor gariban Tayyârleng’in!

 

Şair de işte bu bulutlar şehzadesine benzer, tamam

Gökteyken fırtınayla oynaşır, okçularla dalga geçer, amma,

Sürgüne gönderilmeye görsün dünyaya, zavallı, nasıl yürüsün

Yerde? Yuf! Yuf! sesleri arasında o devasa kanatlarla?

 

III.

MİRAÇ

Sığ suların, vadilerin, dağların

ormanların, bulutların ve denizlerin üstünde,

güneşin de ötesinde, lokman ruhunu aşıp

parlak yıldızlı felek çemberlerinin bile ötesinde

 

Ruhum, nasıl hızla hareket ediyorsun,

Dalgalarla boğuşan iyi bir yüzücü gibi

Keyifle katediyorsun derin boşlukları

Lafı bile edilemez, eril bir şehvetle.

 

Bu ölümcül, kasvetli havaların ötesine uç;

En üst göklerde saflığı bul,

Ve iç, sanki saf ve tanrısal bir içkiymiş gibi

O saydam mekanları dolduran ateşten doya doya.

 

Dumanlı varoluşu ağırlıklarıyla dolduran

O sıkıntıların ve derin dertlerin ötesinde

Mutludur o kişi, kanatlarını sertçe çırparak

Huzurlu ve nurlu mekanlara uçabilen.

 

Düşünceleri sabahları martılar gibi özgürce

Enginlere açılabilen o kişi, mutludur işte —

O ki hayatın üzerinde süzülebilir, ve çaba bile harcamadan

Çiceklerin ve suskun şeylerin dilinden anlayabilir.

 

 

IV.

MÜTEKABİLİYETLER

Tabiat bir tapınaktır ve içindeki canlı sütunlar

kimi zaman kafa karıştırıcı laflar sarf eder;

İnsan, onu bildik bakışlarla süzen

simge ormanlarından geçer orada.

 

Uzaklarda, gece gibi, aydınlık gibi engin

karanlık ve derin bir birlik içinde

birbirine karışan uzun yankılar gibi,

kokular, renkler ve sesler konuşur birbirleriyle.

 

Çocuk tenleri kadar taze kokular vardır,

çift kamışlı nefesli sazlar kadar tatlı, kırlar kadar yeşil,

– ve başkaları, ağır, baskın ve karışmış –

 

Sonsuz şeyler gibi yayılırlar,

amber, misk, sakız reçinesi ve tütsü gibi

zihnin ve hislerin coşkusunu terennüm ederler.

 

 

XXXIV.

KEDİ

Yavrum, güzel kedim benim, gel sokul şu yanık bağrıma;

ama lütfen, öyle pati atıp cırmalama,

bırak dalıp gideyim, geçeyim kendimden, kaybolayım,

o hem madenî hem akik, alaca gözlerinde.

 

Ellerim başını okşar ya ara sıra,

ve yay gibi gergin sırtını,

Ellerim vücûdunun cereyanına kapılıp

zevkten çarpılır ya, o an

 

aklıma sevgilim gelir. Bakışları

aynı seninkiler, güzel canavar, soğuk ve serttirler

bir mızrak gibi, keser, yarar ve yaralarlar,

 

sonra, efil efil bir hava, pek tehlikeli bir koku,

tepeden tırnağa,

o esmer tenini, vücûdunu sarıp sarmalar.

 

View Synonyms and Definitions

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paylaş
Bağlantıyı kopyala