Armağan etmiyorum, tanrım, sana bu sözcüğü
bir saçak gibi toplandığında başın üstünde ay
ya da gün kırpıştığında aylalarıyla bir mindere dayanmış
ne de bu başı yakalarının arasında bir defter gibi dürülü
yaşadığı tahtaya atılmış yorgan yastık
boynu etten bir halka üzerinde durduğu
köpeğiyiz uyumanın ve uyanmanın ve hayat bir kemik
fırlatılmış
ağarın mermerden döşek
yüzüm kanadığında ya da dudağım yarıldığında
sadece eğiliyorum ve alıyorum yerden bandı
ama sormuyorum, kulak asmıyorum hiçbir çağrıya,
armağan etmiyorum
tevazuyla kalkmış bir eli ya da inmiş bir işareti
herhangi bir yıldız kaymasını, yüce başların tutulmasını,
asılı dudakları birleştiğinde çarpışmasını ışıkların
benzine verilmiş gibi duran göğü bile
armağan etmiyorum bu bedeni, paratoneri
oradaki yine bir taş ise, bir gün elime ve ayağıma batan
aksın diye beni baştan aşağı kesen kalp denilen
nehir ağzından başlayarak
o milyonlarca yıllık, ilk ve narin bıçak, armağan etmiyorum,
memnunum onları toplamaktan
ve bulmaktan sonra, tekrardan, seninle benim aramdaki farkı
matematiği yeni öğrenen çocuklar gibi her şeyi çözmüşcesine
tanrının her günü sayıp durduğu boncuk boncuk elleriyle
ve her gün saatleri kesip biçmekten başka bir işe yaramayan
artık
armağan etmiyorum alnıma bir düğüm inecek ve
günahlarımızı bölecek olan bu ilkel makinayı.
Dinle, duy,
hayatın çarpımları daha farklıdır
bu ekip biçme çölünde
bazen bir martı bir börülceyi haykırır
mesele hiçbir zaman sadece avcılık ya da bir av olmak değildir
doğanın duyuları beşten fazla
ama toplaşmışız sinekler gibi gördüğümüz ilk ateşin başında
sen uslu bir izci gibi şekerlerini kızart
ancak izi sürülecek ne kadar çok şey var
ne kadar çok şevk, ne kadar çok aşk
teleklerin ürpertisi ve yeraltında duyulan sıcak
es verdiğin ne şavklar geçen günün bir yemeği gibi
sudan bir sözcüğü balıkçılın köpüren ağzında tuttuğu
armağan etmiyorum hiçbirini, hiçbir kıyıyı
geri çekildiğimiz gitgide ve uzaklaştığımız
güneşe doğru atılmış yumak yumak bu çığlığı
bu gelgiti, ağrının bu musonunu
boşlukta bir arpa gibi süzülen herhangi bir adımı
bir kuyu olan evinde sonsuzca taşınmayı bekleyen
armağan etmiyorum çalı çırpı dolu bu yalnızlığı.
Bak, dinle, bir kovuk gibi, armağan etmiyorum
bir kere daha, ne de bu kalemi
ısırgan kokuku tümceyi evrenin parlayan imgesi
bu sözlüğü bu yer elması dolu beyni bir taşkın hasadı
kaldırdığında
bu gözleri bu iki açık yarayı
bu tuzu bu dikeni bakışın tutkalı
başımı çevirdiğimde kulağım gibi ötekinin artık orada
olmadığını bildiğim
ve orada olmadığımızı
bu yüzden armağan etmiyorum
madem benim değil, çünkü benim değil
ve zaten armağan edilecek bir şey yok
ikimizden de çok uzakta bize geri dönecek olan söz
ve sesimiz o yekpare sözcükle sonsuzca yankılanan
asılıdır aynı boşlukta, nemalanmış ağızlarımız
armağan olan “hava” gibi
çünkü edemem
bir gönderde sündürülmüş duayı
giyemem bir palto gibi askılıkta
alelade konan bir kelebek yerine timsahtan toka
burnunun üzerinde,
bundan sonra nasıl soluk alınıp verilirse,
ve son kez, adını söylemeyeceğim, armağan etmiyorum.
Şununla paylaş: