Sanat ve İnsanoluş Süreci
En eskiye gidersek insanın kendi yaratıcılığına ait bulguların başında resimle (aslında
şekillerle) anlattığı hikâyeleri görürüz. Bu resim/şekillerin sonradan yazıya evirilen bir sürecin
de başı olduğu doğruysa şayet, o vakit hikâye anlatmanın da kadim bir insan yaratıcılığı
olduğunu kabul etmeliyiz. Bu meseleyi uzatmayacağım. Burada tartışılacak bir şey yok: şurası
kesin ki ‘hikâye anlatma’ bizi insan yapan şeydir ve şayet sanatsa en eski sanat olması gerekir.
Ve asıl söyleyeceğim şeyse şu: bu haliyle sanat organik bir şeydir. Bunun İnsanoluş süreciyle
de alakası var. Burada süreç derken “öz” de demek istiyorum, İnsanoluş özü…
Sanatı yapıtını bir iş değil de (bugün artık kaotik bir dünyada) organik bir özdisiplin
olarak görüyorum; insanı insan yapan hatta bunun en başında gelen ve alet yapmak kadar
önemli bir amel (iş değil) sayıyorum. Buradan yola çıkarak sanatı tanımlarsak onun (tanımın
bir parçası olarak) işlevli/etkin/aktif olduğunu ve bir ihtiyaca karşılık geldiğini söylemiş
oluruz. İşlevli olmayan ve bir ihtiyaca karşılık gelmeyen (edilgin/pasif) ama “sanat gibi
görünense” deyim yerindeyse onun işlevsiz bir naziresidir. Dolayısıyla İnsanoluş süreci (özü)
aynı zamanda, dediğim anlamda Sanatın da varoluş sürecidir (özüdür). Spinoza’nın şu
söylediğini de öyle algılıyorum: “…doğamızdan ya bizde ya da dışımızda tek başına açık ve
seçik olarak bilme gücünde [abç] bir şey çıktığı zaman, etkili oluyoruz. Tersine olarak, bizde
içten ya da dıştan ancak kısmi olarak parçalı nedeni olduğumuz [abç] bir şey meydana geldiği
zaman edilgin oluyoruz.” (Etika, B3 T2)
Bu bağlamda organik derken neyi kastettiğimi biraz daha açmam gerekir. Ben organik
derken bugün iğdiş edilmiş, kapsamında üretimin bulunduğu “organik” sözcüğünden söz
etmiyorum. Sözünü ettiğim, bizzat insanın içinde olan, organizmasıyla (doğasıyla) bağlantılı
olan şeydir; bu da sadece organlarla değil Spinoza’nın eserinde görebileceğimiz bedenin
duygulanışlarıyla alakalıdır. Spinoza’ya göre ‘beden duygulanışı’nın da apriori bir fikri
vardır: “Duygulanış deyince, Bedenin etkileme (tesir etme) gücünün artmasına veya
eksilmesine, tamamlanması ya da indirilmesine sebep olan Beden duygulanışlarını, aynı
zamanda bu duygulanışların fikirlerini anlıyorum.” (Etika, B3 T3) Ben de Sanatın, bedenin
duygulanışlarının fikrinden çıktığını, organik dememin de böyle anlanması gerektiğini
söylüyorum. (Söz gelimi ben “organik şiir” dediğimde içselleştirilmiş algının bedenden
yansımasını anlamak gerekir.)
Şimdi söz ve resim arasındaki ilişkiye gelirsek -ki şiire gideceksek yazıdan önce söze
bakmalıyız- sözün doğru ya da yanlış olduğuna bakmadan bir fikir ihtiva ettiğini
varsaymalıyız, bir fikir de doğru ya da yanlış (Spinozaca dersek ‘upuygun’) olduğuna
bakmadan nesnelerin doğasına bağlıdır. (Etika, B3 Ö36) Söz, fikrin bir türeviyse şayet sözden
önce nesnenin varlığını ve Negri’nin dediği gibi, sanatın; figürlerin, tekil nesnelerin ve
işaretlerin icadı olduğunu kabul etmeliyiz.
Sosyal antropologlar ilk insan topluluklarında sözün önemini anlatan pek çok yazı kaleme
aldılar. Etkin sözün, insanı harekete geçiren, insan eylemini faydaya dönüştüren şeylerin
içinde en önemlisi olduğu aşikârdır. Mağaradaki duvar resimlerinin (orada anlatılan
hikâyenin) işlevi neyse kabile şefinin sözünün işlevi de aynıdır; hatta mağara duvar
resimlerindeki estetik çizgiyle kabile şefinin sözündeki retorik de bu işlevin, dolayısıyla
İnsanoluş’un ve duvar resimlerinden hikâyeye, sözden şiire uzanan özün bir parçasıdır. Ve
hepsi birden “Beden Duygulanışı’nın fikrinden” başka bir şey değildir.