Jung ile Konuşmak – Selma Cengiz

Bu Çağ Dergi > Genel > Nasılsınız? > Jung ile Konuşmak – Selma Cengiz

Jung ile Konuşmak – Selma Cengiz - Selma Cengiz

 

 

Jung; Anılar, Düşler, Düşünceler adlı otobiyografik eserinde şöyle diyor:

 

Fanteziler durmaksızın akıyordu. Kafam iyice karışmadan, bu garip olgulara bir anlam yüklemeye çalışıyordum. Her şeyin zor ve anlaşılmaz olduğu yabancı bir dünyada çaresiz kalakalmıştım. Sürekli bir gerginlik içindeydim; bazen üzerime binlerce ton ağırlığında dev taşlar yıkılıyor gibi geliyordu. Gök gürültüleri birbirini izliyordu. Bu fırtınaları ancak güçlü olursam göğüsleyebilirdim. Nietzsche, Hölderlin ve daha niceleri bu yüzden yıkılmışlardı ama içimde şeytanca bir güç vardı ve ne pahasına olursa olsun, bu fantezilerin getirdiği deneyimlerin anlamını bulmaya kararlıydım. Bilinç dışının saldırılarına direnirken yüce bir iradeye boyun eğdiğime inanıyordum ve bu inancım işin üstesinden gelene dek sarsılmadı.

 

Çoğu zaman duygusal açıdan öylesine yoğundum ki, duygularımı denetleyebilmek için yoga yapmak zorunda kalıyordum, ama amacım, içimde neler olup bittiğini anlamak olduğu için yoga hareketlerini bilinç dışıyla ilgili çalışmamı sürdürebilecek kadar sakinleşene dek yapıyordum. Kendimi toplar toplamaz, duygularımın üzerine kurduğum baskıyı kaldırıyor, imgelerin ve içsel seslerin yenilenmelerine izin veriyordum. Oysa bir Hintli, çoğul ruhsal içerikleri ve imgeleri tümüyle yok etmek için yoga yapar. Duyguları resimlere çevirebildiğim sürece, yani duygularda gizli imgeleri bulup çıkartabildiğim sürece rahatlıyor ve kendimden hoşnut oluyordum. O imgeleri duyguların içinde saklı bıraksaydım, sanırım bilinç dışı beni perişan ederdi. Onları bölüp yok edebilirdim belki, ama o zaman da bir nevrozun pençesine düşer ve kaçınılmaz bir biçimde aynı kötü sona ulaşırdım. Deneylerim sonucunda, tedavi açısından, duyguların arkasında gizli olan belirli imgeleri bulup çıkarmanın çok yararlı olabileceğini öğrendim. 

 

Fantezi, sonsuz ve hudutsuz hayal demekti. Bu hayaller insanın zihin dünyasında ilk önce canlı imgelere dönüşür, imgeler ise olgular etrafında bir anlam zinciri yaratma çabasına bürünürdü. Garipti, her şey gittikçe garipleşmeye başlayan hülyaların etrafında karışıklık yaratmaktan kendini alıkoyamıyordu. Onların hakimiyeti demek, yenilginin ta kendisi olacaktı. Anlam bulmak ise mitlerin canlılığına işaret ederek tek bir şeyden öte sürekli türeyen ve bitmek bilmeyen bir döngünün içindeki varlık bilgisinin hiç durmadan içimde cereyan etmesi demek olacaktı. Oldu da. Olmayan şey, tüm bunlarla ne yapacağım üzerineydi. Anlam bulmanın ucu bucağı yoktu. Rüyalar dinmek bilmiyordu, geçmiş yakamı bırakmıyordu, gelecek inşası ister istemez var oluyordu, şimdi denilen şey ise geçmek bilmiyordu. Yoga yapmanın fiziksel cesareti ortaya koyan bir yanı olduğu açıktı. Buna hareket etmek diyordum. İnsan uzun bir müddet durmamalıydı, fiziksel olarak durmak demek, özellikle bilinç dışının kapıları sonuna kadar açılmış biri için, fantezilerin kıpraşması, her bir odanın içinde isyan çıkması, bağırışlar, çığırışlar, tırmanışlar, sallanışlar, tehditler, kaçışlar, endişeler, savaşlar demekti. İnsan bedeninin içinde pek görünür olmayan fakat belki de tüm evreni içinde saklayan küçücük bir yerde bunca şeyin aynı anda olması insanı korkutan hatta bir anlığına kafayı üşütme noktasına getiren olasılıkları da barındırıyordu. Jung, bu canlanan imgeleri duyguların içinden çekip alarak ve varlıktan seçtiği bilgilerle bir bağlam yaratarak rahatlamaya çalışıyordu, belki de ancak bu şekilde bir yarar elde edebilirdi. Tüm bunları yaparken yaşamın içinde olmaktan çekinmedi ve tutunduğu bir şey vardı, o da “aile” idi. Demek ki aile, yaşamı kucaklayan, insanı insani deneyimler içinde varlığını kanıtlayan yegane birimdi. Küçüktü fakat kapsayıcıydı, duygusaldı, insanı insana bağlayan her ne ise yaşama da o bağlıyordu. Bir yandan bilinç dışından yüzeye doğru akan imgelerle ve onların önünde duran duygular arasında ayrım yaratabilmeyi deneyimlemek bir yandan da ailenin yaşamla olan bağına katılabilmek, Jung’a hayatında bir köprü oluşturabilmişti. Köprünün bir tarafı perişanlık yaratabilirdi, diğer tarafının ise perişanlık yaratmayacağı ne malumdu ki bilinç dışında var olanların bir kısmı, doğduğumuz andan itibaren kaydedildiği bilgisiyle ve şimdi içinde bulunulan ailenin ona an be an katıldığını bilmek de her daim bir risk barındırmıyor muydu? Yaşamak zaten riskli değil miydi? Riski göze alanlar, içe ve dışa yönelerek kendilerince bir çıkış yolu buluyorlardı. Kavramların deneyimlenmesiyle birlikte ortaya çıkan yaşam, yorumlamalara göre şekilleniyor ve kendine çekidüzen verebiliyordu. Öyleyse asıl meselemiz bilinç dışından bilince doğru çıkan fantezilere ve bu fantezilerle birlikte canlı birer imgeye dönüşen şeylere anlam yüklemek yani bir yorum katabilmekti. Bu yorumu katabilmek için geçmişten gelen fazlasıyla veri vardı. İster geçmişin bilgisi isterse de bilinç dışı kayıtları olsun, tüm bunların yüzeye çıkarılıp yorumlanabilecek bir hâle gelmesi, insanın kendi mitine göz kırparak kendisine bir yaşam vadedebilmesiyle ilişkiliydi. 

Tüm bunlar içinde insanın “emektâr” olması gerekirdi. 

 

 

 

 

Kaynakça: Jung. (2009). Anılar, Düşler, Düşünceler (İris Kantemir). Can Sanat Yayınları.

 

 

 

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paylaş
Bağlantıyı kopyala