İRFAN YILDIZ’LA 80 VE 90 KUŞAĞINI, GÖÇEBE’Yİ VE DİĞER KONULARI KONUŞTUK

Bu Çağ Dergi > Genel > Söyleşi > İRFAN YILDIZ’LA 80 VE 90 KUŞAĞINI, GÖÇEBE’Yİ VE DİĞER KONULARI KONUŞTUK

İRFAN YILDIZ’LA 80 VE 90 KUŞAĞINI, GÖÇEBE’Yİ VE DİĞER KONULARI KONUŞTUK - Bu Çağ Dergi

Söyleşi: Ulvi Günoğdu

 

U. G.: Yaşamınızı özetler misiniz?

İ. Y.   :  -1967 yılının Temmuz ayının 18. günü Ünye’nin Cevizdere Köyü Pelitlik Mahallesi’nde, saat 22.10 civarında dünyaya gelmişiz. 5 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğuyum. İlkokulu, Ünye Cevizdere İlkokulu’nda; Ortaokulu, Ünye Merkez Ortaokulu’nda; liseyi, Ünye Lisesi’nde –şimdiki adı Mustafa Rakım Anadolu Lisesi-; üniversiteyi ise, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okudum. 1985 yılında Ünye Lisesi’nden mezun oldum. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdim. Edebiyat meseleleri dolayısıyla bir sene okulu uzattım. 1990 yılında mezun oldum. Mezun olduktan sonra İstanbul Barosu’nda stajımı yaptım. 1992 yılında stajım bitti. Stajdan sonra kısa bir dönem İstanbul’da avukatlık yaptıktan sonra, Amasya’da askerliğimi kısa dönem olarak yaptım. 1992 yılında, askerliğimi bitirir bitirmez, Ünye’de büromu açtım. Avukatlık yapmaya başladım. Hâlen Ünye’de serbest avukatım.

U. G. : – Şiire ilginiz nasıl başladı?

İ. Y.   :  -Şiirle ilgili duygumuz, daha ortaokuldayken başladı. O zaman defter taşımaya başladım. Aklıma gelen yahut içimden gelen sözleri, mısraları oraya yazmaya başladım. Lisede daha geniş ortam ve olanak buldum. Lisede kitaplık kolunda görev aldım. Lise kütüphanesinde birçok kitabı okuma fırsatı buldum. Orada muhtelif şairleri okurken bir Ünyeli şairin de bir küçük kitabına rastladım. Oradan bana bir cesaret duygusu geldi, yapabilirim diye. Şairlik duygusu içimde hep vardı. Orada okuduğum şairlerden de etkilenerek, daha da cesaretlenerek, şiir konusunda çaba gösterdim;  o yıllarda, onlarca şiir defterim vardı. Onları kitap biçiminde tasarlıyordum. Amatör biçimde karalamalar çizimler de yapıyordum. Kendimce defterlerimi desenliyordum. O şekilde biraz daha ilerlemeye başladık.  ( Bu arada, söylemeliyim ki; büyük ağabeyim Zekâi’nin bir oda dolusu kitabı vardı ve bunların çoğu siyasal ve felsefi kitaplardı. Bunların içinde, her nasıl olduysa Behçet NECATİGİL’İN de bir kitabı vardı.  Bunu o yıllarda (ortaokul) okudum, ama anlam ve duygu bağını kurarak bir zevk/keyif alamadım. O kesik kesik şiirleri idrak edip edebi ve hayati bir haz al alacak kapasitem oluşmamıştı. ) Benim çok değerli edebiyat öğretmenim vardı:  Gülay ÖDÜKLÜOĞLU. Belki ilk görev yeriydi Ünye, belki de ikinci görev yeriydi, bilemiyorum. İnsan olarak da çok kültürlü, değerli bir insandı. Yalovalıydı. Yanlış anımsamıyorsam, ailesi, babası, Ceyhun Atuf KANSU ile komşuluk ya da  arkadaşlık etmişti.  O, bu konuda (şiir) benim yeteneğimi ve eğilimimi fark ederek beni özendirdi. Esasında ben edebiyatçı olmak amacıyla edebiyat fakültesine gitmek istiyordum. Gülay hoca; bana, şairleri, yazarları (uğraşıları ve işleriyle ilgili) örnekler verdi. Bunların çoğunluğu edebiyat fakültesinden değil, farklı farklı meslektendiler. Hattâ dedi ki;  “Avukatlar şair yazar olur genelde, doktorlar ise müzisyen olur.” Yani serbest meslekle edebiyatı, şairliği daha rahat yürütürsün, dedi. Bu konuda hocam bilimcimizi açtı ve doğru bir yönlendirme yaptı. Ve biz de İstanbul’a şair olmak amacıyla yöneldik. Şair olmak benim için başlı başına bir amaçtı. Ulvî gayeydi ve lisede arkadaşlarımızla beraber ve yine Gülay hocamızın yönlendirmesiyle bir gazete çıkardık. Gazeteyi matbaada bastırdık. Adı İlk Atak’tı. Fakat farklı nedenlerle gazeteye eleştiriler oldu. (Matbaacı; bizim bilgi ve istemimiz dışında, gazetenin köşelerine küçük cümleler ve dörtlükler koymuştu. Bir dünya görüşü mesajı/izlenimi veren bu ifadeleri, hoca, hoş görmedi.) Bunun üzerine, tekrar ikinci bir ödev verdi hocamız ve yine gazete çıkardık; adı İkinci Atak oldu. Böylece oralarda ilk şiirlerimizi yayınlamaya başladık. Bu ilk gazeteyi çıkarırken, sonradan milletvekili olan Sayın Hasan ÖZ de Özler Matbaasının sahiplerindendi. Çağrı gazetesi diye bir gazete çıkarıyordu. O gazetede de, şiirlerimi yayımlamaya devam ettim.  İlk yayımlamaya başlamamız da böyle oldu. Ünye’yle başladı ve daha çok halk edebiyatının, halk şiirinin etkisinde kalan varlık-yokluk, yoksulluk-varsıllık, ezen-ezilen eksenindeki duygu ve düşüncelerden oluşmuş şiirlerdi.

U. G.: – Göçebe neydi? Neydi sebebi varlığı? Nasıl oluştu?

İ.Y.    :  – Biz, 80 Kuşağı şairlerinin bulunduğu ortam ve çevrelerde çok vakit geçirdik. Kısmen de 70 Kuşağı şairleriyle diyaloğumuz vardı. Yanı sıra daha eskileri, ustaları da tanıyorduk. O ortam ve çevrelerde; görüş, eleştiri ve düşüncelerimiz oluştu, beğendiklerimiz, beğenmediklerimiz… Şiirin yaşamdaki yeri, şair kavramı, şairin duruşu, .. vb.  Var olan bize eksik geliyordu. Yanlış olanları da görüyorduk.  Bunların üzerine; biz sonuç olarak kendi hareketimizi oluşturduk. Biz kimdik?  Osman ÇAKMAKÇI, Hasan ÖZTOPRAK, Birhan KESKİN, İdris ÖZYOL ve İrfan YILDIZ…  İlk sayıdan sonra, bir görüş ayrılığından ötürü, İdris, dergiden ayrıldı.  Bize Göçebe Şairleri dediler ve  diyorlar. Bunun esprisi Göçebe ortay yayın ismiyle bir dergi çıkarmamız ve orada, ikinci şiir kitaplarımızı (İdris dışındakilerin tümü; İdris, ilk kitabını da çok yıllar sonra yayınladı.)  yayımlamamızdır.  Ama Göçebe başlı başına bir akım değil, bir hareket olarak 7 sayı çıkmış bir ortak/yayın ve tavır olayıdır. Daha sonra şair Osman ÇAKMAKÇI arkadaşımız, organik şairler olarak bizi gruplandırdı. Bundan maksat; yapay şiir yazmayan, masa başı şiir yazmayan, atölye şiiri olmayan, tümüyle yaşamdan beslenen, yaşamdan esinlenen, gerçek duygulardan yola çıkan; yani kaba tâbirle, üfürme/üfleme şiir yazmayan, atölye üretimi olmayan, yazmak için yazmayan, takır tukur kafiyelerle işi yuvarlamayan şairler…  anlamında. Genel kategori olarak, bize 90 kuşağı şairleri deniliyor. .

U. G. : Sizin için başka yorum ve nitelendirmeler var mı?

İ.Y.     : Evet. Başka kesimden eleştirmenlerin değerlendirmeleri de var. Onlardan biri  (bana) “Yeni Memleketçi” diyor. Yine aynı eleştirmenin benimle ilgili başka değerlendirmesi: “Aradakilerden”! Yani kendine özgü giden şairlerden, kategorilerin dışında, demeye getiriyor.

U. G. : İkinci Yeniyle bağ ya da bağlantınıza değinirsek biraz…

İ.Y.     : İkinci Yeni’nin Türk Şiirinde inanılmaz etkisi var. 80 Kuşağında da, 90 Kuşağında da…  60 Kuşağında bir miktar var. Birçok şairin ilk döneminde… 70 Kuşağında çok az…  Bugün İkinci Yeni diye bir olay yok. İkinci Yeni şiiri 80’lere 90’lara taşındı.  80 şairleri kendince hamur edip yeniden yorumladı, 90 şairleri de daha kendine özgü olarak yeniden hamur edip işledi, yorumladı. 80 Kuşağının da 90 Kuşağının da işlediği 2. Yeni,  55-6- arasındaki veya 60’ların başındaki 2. Yeni değildi. İkinci Yeni şairlerinin önemli bir kesimi, ilk yola çıktıkları gibi kalmamış, kendileri de kendilerini değiştirmiş ve zamanla farklı şiir yapıları kurmayı başarmış ve her biri kendine özgü bir şiir vadisi oluşturmuştur. Onlar bile, 80’lerde ve 90’larda (yaşayanlar)  ilk dönemlerindeki gibi yazmıyordu artık… İkinci Yeniciler, ömürlerince icrayı sanat yaptılar. Türk Şiirini çok etkilediler. Bu anlamda bakarsak İkinci Yeni Şiirine yakın ve yatkın duruyor bizlerin şiirleri. Bu,  İkinci Yeninin çıkış yıllarında İkinci Yeni değil de, işlenmiş olgunlaşmış İkinci Yeni anlamında; hattâ 80’li yıllarda (yeniden keşfedilmiş, adeta itibarı iade edilmiş) zirveye çıkmış, en olgun meyvelerini vermiş İkinci Yeniden bahsedebiliriz. Cemal SÜREYALARIN, İlhan BERKLERİN, Edip CANSEVERLERİN, Turgut UYARLARIN kendilerinin tam anlamıyla final-ustalık dönemlerini keyifle yaşadıkları dönemlerdir 80’li yıllar. Yâni 80’li yıllarda, 2 nci Yeniciler, kendileri de artık eski 2 nci Yeniciler değildi.  Handiyse, her biri ayrı birer ekole dönüşmüş, eskiden dere iken şimdi büyük birer ırmak olmuş 2 nci  Yenicilerdi. İşte o yılların İkinci Yenisine (daha) yakın olduğumuz düşünülebilir. Bu arada apayrı bir yoldan yürüyen Sezai KARAKOÇ gibi, Egemen BERKÖZ gibi başka 2. Yenilerin de olduğunu unutmayalım. İşte İkinci Yeni yankı ve yansımalarının ve diğer şiirsel dalgalanmaların da içinde olduğu, tüm durum ve ortamların, gelişimlerin içinde;  biz kendine özgü, özgün şiir anlayışımızı ortaya koymalıyız, ‘farkımızı’ ve ‘duruşumuzu’ göstermeliyiz, diye düşündük. Gerekliydi. Yazın/şiir ortamına ve genel olarak yaşama ilişkin eleştirilerimiz vardı, diyeceklerimiz vardı. Önerilerimiz vardı. Yutkunup duruyorduk. Bu süreçte,  yeni bir dergiye doğru düşünsel ve duygusal olarak hazırlanmış olduk…

U. G.: Göçebe’den önceki dergilerle bağınız ve ilişkiniz neydi?

İ.Y.     : Biz (önce)  Adnan ÖZER-Metin CELÂL ikilisinin Fanatik-şiir dergisinin (1989)  bir kıyısında vardık. Çıkaranlardan değildik ama.  Çevresindeydik. Sonra İbrahim KİRAS’ın, (Adnan ÖZER’İN de desteğiyle) arkadaşlarıyla çıkardığı Geniş Zamanlar dergisinin (1990)  bir kıyısında değilsek de, onunla teğet durumdaydık. Orada yazı ve şiir yayınladık. En azından ben yayınladım.  Adnan  ÖZER-Levent ERSEVEN ikilisinin yayınevi ortamında (ki tarihî ve ahşap bir binaydı), sonradan Göçebe’yi oluşturan gruptan ilkin Hasan ÖZTOPRAK ile tanıştık; Hasan da bir dergiyle geldi: İblis (1990) şiir dergisi. Bu aşamalarda Osman yoktu ya da -belki de- yeni gelmişti. Geçmiş gün… . Osman’ın Yeryüzü Düşleri ismiyle, kendisinin çıkardığı bir şiir dergisi vardı. İlk tanıştığımızda, ortamımıza; yâni Adnan ÖZER-Levent ERSEVEN ikilisinin yayınevine, Joker, Armoni yayınları/Stüdyo İmge/Era yayınlarına,  dergisiyle birlikte geldi.  Cebinde dergisiyle gezen şairleri severim, sayarım her zaman) Adnan ÖZER’le beraber Düşler isminde bir dergi çıkardık (1991) . Düşler dergisinde Adnan ÖZER, ben, Osman ÇAKMAKÇI, Hasan ÖZTOPRAK, Birhan KESKİN vardık. (O yıllarda, şair yönüyle kendini gösteren ama sonradan sadece gazeteci kimliğine bürünen Atılgan BAYAR da vardı. O yıllarda, sanırım, Almanya’da yaşayan ama zaman zaman Troya kazıları için Çanakkale’ye gelip giden ve bu arada yayınevine de uğrayan arkeolog ve şair Rüstem ASLAN da bir yanındaydı derginin. O yıllarda Viyana’da yaşayan akademisyen, felsefeci ve şair Oktay TAFTALI (da) her zaman Adnan ÖZER- Metin CELÂL dergilerinin (Geniş Zamanlar, Düşler, E, -yıllar sonra- Vapur -2017- ) hep bir yanında olmuştu. Üççiçek ve Poetika dergileri kökünden zaten birlikte olan Tuğrul TANYOL da, hep içinde ya da çevresinde olurdu. Adnan ÖZER- Metin CELÂL ve daha sonra -da- Adnan ÖZER- Metin CELÂL- Hasan ÖZTOPRAK tarafından çıkarılan (GENDAŞ/E dergisi -1999-) dergilerin muhakkak içindeydi.  Bu ortamda, -o yıllarda-   yaklaşık ve ortalama, her hafta uğrardı yayınevine.  Daha sonra, Düşler (dergisi) devam ederken;  biz, insanî olarak da samimî olan bir grup arkadaş, Hasan ÖZTOPRAK, Osman ÇAKMAKÇI, ben, Birhan KESKİN ve başlangıçta İdris ÖZYOL beraber Göçebe Şiir Hareketini başlattık. Göçebe Şiir Hareketinde, biz; şimdi de, geçmişte de savunduğumuz; sohbetlerimize konu ettiğimiz düşünceleri, kanaatleri ortaya koyarak, kendi anlayışımızı oluşturduk. Göçebe bizim için güçlü bir zemin oldu. 7 sayı çıktı ve 7 sayının sonunda da herkes kendini, duruşunu oturtmuş oldu. Ondan sonra bize, daha çok,  Göçebe şairleri dediler. (Zaman sonra, bizlere kızarak konuşanlar da, ‘Göçebe tayfası’ dedi.)  Göçebe’de temel düşünce/çerçeve yazılarını, daha çok, Osman ÇAKMAKÇI yazıyordu.  Elbette, benim ve Hasan’ın da temel oluşturucu, yönlendirici ve çerçeve koyucu yazılarımız da dergiyi belirliyordu.   Ve  Göçebe’nin 7. ve son sayısının ana teması benim yazımla ifadesini buldu: “Yitik Ruhunun Ardında Şiir”!  Biz, şiiri hobi olarak yazmayan bir ekiptik. Bu ekibin içinde, Osman ÇAKMAKÇI’yla ben, şiir anlayışı ve düşüncesi olarak da, arkadaşlık/dostluk olarak da, daha yakınca durduk.

U. G. : Temel derdiniz neydi Göçebe olarak?

İ.Y.     : Hepimizin temel düsturu şuydu. Şiir yaşamın içinden doğmalıdır. Çünkü o günlerde  -giderek-  çok kopmaktaydı. Plastikleşiyordu. Şöyle bir özetlersem; Türkiye’de şiirin içine kapandığı yıllardı 80’li yıllar. 12 Eylül Askeri Darbesi olmuştu. Bu darbe ortamında her görüşten, her kesimden insanlar; işte sağcısı, solcusu, İslamcısı, şusu busu… Hepsi baskı altındaydı ve 60’lı 70’li yıllarda olduğu gibi özgürce yazamıyor, söyleyemiyorlardı. 1971 Askerî müdahalesiyle darbelenmiş olan 1961 Anayasası,  12 Eylül 1980 Askerî Darbesi ardından 1982 Anayasasıyla iyice daralmış ve özgürlük ortamı adeta kurumuştu. 1980 Cuntası etkisiyle;  bu sefer şiir –iyice- içine kapandı. Askerî rejim, sokağı ve hayatı iyice daraltmış, sıkmıştı. Cunta’nın, hayatın her alanını ‘dar’ ettiğini kabul ederken; yazını ve şiiri de ‘daralttığını’ kabul etmemek, eşyanın tabiatına aykırı olur… Adı üzerinde, ‘sıkıyönetim’ vardı. Sıkıyönetim, kültüre, edebiyata, şiire de soluk aldırmamıştı, Sanat, müzik,  söz, yazın ve şiiri, çok dar bir alana hapsedilmişti. Bunun da etkisiyle (olsa gerek), Psikoloji, bireycilik,  bireyin iç dünyasında yaşadığı sorunlar, insanların ruhi meseleleri, bireyin ‘tercihleri’, cinsellik,… vb. temaların işlenmesi;  plastik sanatlardan, tiyatrodan etkilenme, soyut resimden, Dilbilimden, Yapısalcılık, Göstergebilim, Anlambilim, Yorumbilim  gibi alanlardan etkilenme vs. o yıllarda yoğunlaştı. 70’li yıllarda devrimci bir coşkuyla şiir yazan şairler, 80’den sonra kapalı ve dar bir alana ‘sıkıştırıldı’. Ortaya koymak istediğim; şiiri, kendi içine kapatarak, daha çok imajlara, seslere, renklere boğularak, adeta Letrist diye tâbir edilen Harfçi, tümüyle ses ve görüntüye indirgenmiş bir şekilde, tamamen çok daraltılmış ve kapatılmış bir alandaki insanların yazıp okuduğu  ‘metinler’ hâline geldi. Hattâ çoğu okuyanın da ne okuduğunu anlayamadığı, (sözgelimi Yusuf ALGAZİ’NİN Bahra Lambaya; 1985, Üç Çiçek yayınevi) isimli şiirindeki/kitabındaki gibi) belki bir çok yazanın da ne yazdığını bilemediği şiirler oluşmaya başlamıştı. Bir kısım şair ise, işi daha (da) aşırı götürerek; şiiri, kabloya falan benzetmeye başladı.  Kitaplara madde/nesne isimleri vermek moda oldu. Çok sevdiğim, canlar canı şair Metin ALTIOK’UN bir kitabının adı da “İpek ve Kılabdan’ (1987)  olmuştu. Bunu, kitaptaki şiirlerin güzelliğinden, sevgiceliğinden ayrı olarak dile getiriyorum. İşte o ortamda herkes böyleydi, demiyorum ama biz bu gerçekleri çok konuşuyorduk. Saatlerce, günlerce, haftalarca konuşmalarımız bitmiyordu. O günleri de özlüyorum. Özellikle Osman ÇAKMAKÇI, Hasan ÖZTOPRAK ve Adnan ÖZER’le çok konuşurduk. Osman ÇAKMAKÇI’yla  daha çok vakit geçirdiğimiz için, ve edebiyat/şiir ortamına tepkimiz, o yıllarda,  benzer olduğundan;  sayısız sohbet ve değerlendirmeler  yapardık. İşte Göçebe’nin temeli de bizim Osman ÇAKMAKÇI, ben, Hasan ÖZTOPRAK, Birhan KESKİN, İdris ÖZYOL  (ilk sayıdan sonra ayrılmış olsa bile) ve Adnan ÖZER’le (Göçebe’ye dâhil olmasa ve 80 Kuşağı içinde kalsa bile –Adnan ÖZER, 80 Kuşağı içinde, bize en yakın şairdi- sohbetlerimizin meyvesidir. Adnan ÖZER, 80 kuşağında, kendinden sonra gelenlerle, genç şairlerle en çok ilgilenen ve onlara en çok el tutan, moral destek veren,  öncü ve emekçi şairlerden birisiydi. Nasıl olduğunu bilmiyorum. Bir ara kopar gibi olduk. Sanki bir miktar mesafelice olduk. Belki de az biraz  koptuk. Koptuk mu koparıldık mı? Bilmiyorum. Kopmamız mı gerekiyordu. Birileri öyle mi istiyordu. Öyle olmalı mıydı?  Kuşak farkından mı kaynaklanıyordu? Bir yeni aşama mı oluşuyordu? Zemin değişikliği mi vardı? Tam teşhisi koyamıyorum. Ama şunu diyebiliriz, her şey bizim istediğimiz gibi değildi. Mutsuz olduğumuz durumlar vardı. Bâzı şairlerle sosyal ve edebî-poetik ilişkileri, bizde hoşnutsuzluk yaratıyordu. Bizim onaylamadığımız, beğenmediğimiz, eleştirdiğimiz, samimî bulmadığımız kimi şairlere deyim yerindeyse yüz vermesi, onlara yayın ve dergicilik olarak söz misali prim vermesi, … vb. bizde rahatsızlık oluşturuyordu. Kimi zaman, bize tanıttığı Adnan ÖZER’İN kısmen de olsa dışına çıktığı için,  ‘ortak dünyamız’ bakımından, ona kırılıyor ve kızıyorduk. Belki o, daha geniş bir açıdan, bakıyordu ve biz onu anlayamıyorduk ya da zorunlu mu kalıyordu değişik nedenlerle, bilmiyoruz, bilemedik. Esâsında, bizim karşı olduğumuz bir çok şey ve karşı olma sebeplerimiz, Adnan ÖZER’LE samimî sohbetlerimizden, -ondan-  öğrendiklerimizden; onun deneyimleriyle kendi deneyimlerimizi birleştirmemizden; bir yerde, ondan, gönlümüze not ettiklerimizden ileri geliyordu. Biz, ondan aldığımızı alıp geliştirmiş ve ileri bir tavra götürmüştük. Uzun mevzu. Şu ya da bu nedenle, şu ya da bu biçimde,  bir makas değişimi oldu… Onun, kendi kuşağı içinde, genel (denge güdücü)  tutumu, bir yanda; ve bizlerin farklı ve yeni şeyler yapma, kendi özelliklerimizi  ortaya koyma çabamız bir yanda.  Ne denli yakın olsak ya da yakın kalsak da; en azından bir aks oluştu. Biz kendi varoluşumuzu,  yoksulların takıldığı çay ocaklarında, yoksulların oturduğu kahvehanelerde, vapur ve dolmuş- kayıklarda (küçük motorlarda) oluşturduk. Ne olursa olsun, bizden önceki kuşakta(n) -80 Kuşağından, en yakın olduğumuz, bize en yakın davranan; gerek insanî (dostluk) olarak, gerek poetika-şiir anlayışı olarak, en yakın komşu olduğumuz şair Adnan ÖZER’Dİ. (En azından, benim için, insan, birey ve şair olarak durum böyleydi. Ve ben onunla insanî/kardeşçil ve poetik dostluğumu hiç kesmedim. Yüreğini ve dünyasını  içtenlikle bana açmış bir insana, yabancılaşmam ya da ondan kopmam mümkün değildi. Türkçe ve Türkmen kültüründen özlü ve köklü bir bağımız vardı.  Sonuçta, (bir Balkan göçmeni Türkmen olarak, Batman’da demiryolu teknisyeni, istasyoncu/makasçı olan)  merhum babasının paltosunu bana hediye etmiş bir insandan söz ediyoruz. Yıllarca onurla giydim paltoyu. Diğer arkadaşlarım yüzde yüz veya yüzde doksan oranında benimle aynı düşünmeyebilirler. Belki %80 oranında da benim gibi düşünmezler(di)…   Hattâ çok daha farklı yaklaşımları olan-lar olabilir.  Ya da görüş ve yaklaşımları, tutumları zamanla değişenler de olabilir. Söylediklerim beni bağlar. Benim yaklaşımım ve algım böyle oluştu.) Ama, biz farklıydık, yeni bir süreçte ve yoldaydık. Kendi yeni yolumuzda… (Şunu da söylemeliyim ki; benim, diğer arkadaşlardan ayrı olarak; Broy şiir dergisi ve Seyyit NEZİR’LE da yakınlığım, insanî-sosyal bağım vardı. Hattâ poetik bağım vardı. Ama kendimi ağırlıklı olarak, Yeni Türkü ırmağından  ve Üç Çiçek dağından neşet etmiş… oradan aldığını, yenileyip dönüştürmüş; yeni bir bilinç ve duyguyla, yeni bir bağlam ve ruhla işleyip geliştirmiş…  Sayıyordum ve sayıyorum.  O. PAZ, NERUDA, Nâzım, F. LORCA,  VALLEJO, RİLKE, HÖLDERLİN, S. J. PERSE,  R. CHAR, S. YESENİN, O. RİFAT, C. KÜLEBİ, DIRANAS ve İkinci Yeniciler ve daha bir çokları arasında, onların esini ve tözüyle, moral değerleriyle, yeniden harmanlanmış ve pişmiş addediyorum. Yine bir yandan  Hilmi YAVUZ’LA diğer yandan Attilâ İLHAN’LA bir diğer yandan da Refik DURBAŞ’LA diyalog hâlindeydim, görüşüyordum. Bu(nlar), benim -özgün- cephem ve veçhem!) Şunu da eklemeliyim ki; benim temel motivasyonum, neşet ettiğim yer/ortaya çıktığım menşe, halk kültüründen, halk şiirinden, halk kültüründen yola çıkan şairlerden ve coğrafyanın verdiği gerçeklik ve coşkudan (esrimeden) ileri geliyordu. Bütün diğer hususlar,  üstüne koyduklarım; bu temel ile bileşim ve gelişim yaparak, sarmal oluşturarak,  yol ve irtifa kat ederek, dönüşüp yeni bir bünyeye kavuşan, yeni bir yapıda yeniden var olan şeylerdir. Göçebe’nin tutum ve yapısına ilişkin küçük fikirler versin diye, ekleyeyim: Hasan ÖZTOPRAK, derdi ki; “Güzel şİirler yazılabilir/Önemi yok bunun!” Şu demekti ki, asıl olan hayattır ve derin değerlerdir,  güzel şiirler yazmak, şiir mevzuunda hafif kalan meselelerdir. Sorun, güzel şiir yazmaktan çok daha büyüktür ve orası (güzel şiir yazmak) sığ bir sahadır. Osman ÇAKMAKÇI, şiirde kafiyeden, ağdalı söylemlerden, klasik şiir sanatlarından nefret ederdi. Hattâ imgeciliğe de karşıydı. Olabildiğinde sade ama sadeliğiyle birlikte varoluşsal  tarz ve ifadelere yaslanırdı. Literatürün bize verdiği anlamda değil ama ‘gerçekçi’ belki gerçekçiden öte gerçekçil belki onun da yanında doğalcıl söyleyişlere değer verirdi. Doğrudan yaşama ve gerçekliğe yaslanırdı. 80 Kuşağının genel yapısı içinde; o kuşak üyelerinin -çoğunluğunun-  üzerinde çok yoğunlaşıp yeğlediği, imgeci şiire/söyleme çok fazla itibar etmezdi. Osman’ın tutumunu anlamak için, en değer verdiği şairlerden birinin Ahmet ERHAN olduğunu söylemek gerekir. Tabii bu arada, Necmi ZEKA, Lale MÜLDÜR,  Ahmet GÜNTAN,  G. TRAKL, P. CELAN,  Seyhan ERÖZÇELİK,  Sami BAYDAR, Levent YILMAZ  gibi şairleri de bir arada sevmesi bir çelişki/tutarsızlık oluşturuyor mu? Bence, kısmen de olsa oluşturuyor.  Ben, Necmi ZEKA, Lale MÜLDÜR, Ahmet GÜNTAN, Levent YILMAZ gibi şairlerle, Osman’ın yoksul ve yoksun yaşamının nasıl bir ortaklığı var ve nasıl oluyor da bunların şiir anlayışıyla kendisi arasında bir alâka buluyor? G. TRAKL ve P. CELAN Osman’ın yaşantısına tam cuk oturuyor; onlarla ruh bağını anlayabiliyorum… Diğer yandan, aramızda en çok Hasan ÖZTOPRAK’IN dilinden düşürmediği ama hepimizin de dilinde pelesenk olan bir F. NİETZSCHE  sözü vardı: “Çöl(ler) büyüyor, çöl(ler) büyüyor/Vay haline/İçinde çöller barındıranın!” Bu, benim aklımda böyle kalmış. Farklı versiyonları var, çeviriye göre değişen: “Çöl büyüyor vay haline çöl gizleyenin” (*) Hasan ÖZTOPRAK’IN şiirinde işlediği düşünsel altyapının Niçe’den kaynaklandığını söylemek abartı olmaz, sanırım. Bunların da yanında, bizlerin ‘sahicilik’ diye bir meselemiz vardı. Uyduruk, üfürme, masa başında üretme, atölyede monta(j)lama, oradan buradan cımbızlama gibi uygulamalara karşı duruyor; şiirin, doğrudan yaşamdan/yaşantıdan doğması, mutlak surette yaşamdan esinlenmesi ve durup dururken değil, bir içe-doğuş, güçlü bir esin, derin bir ruh hâli üzerine ‘söylenmesi’ gerektiğine inanıyorduk. Hilmi YAVUZ’UN, ‘sahihlik’ diye bir tespiti vardı, yazıyordu bu konu üzerine zaman zaman. Onun sahihlik dediği şey önemliydi ama bizim sahicilik dediğimiz hususlar aynı şey değildi. Yine, Veysel ÇOLAK’IN, “Hayatta karşılığı olan şiir”/”Nesnel karşılığı olan şiir” gibi saptama ve söylemleri vardı. Bu da kuşkusuz önemliydi. Bir miktar, bizim söylediğimize -belki de- daha yakındı. Ama bizim söylediğimizle aynı şey değildi… Yine söylemeliyim ki; genel olarak, edebiyat/şiir ortamındaki samîmiyetsizlik, yüze başka-gıyapta başka konuşma durumu, açıkçası riyâkârlık, bizi rahatsız ediyordu. Şairin dediği gibi:

 

“Mescidde riyâ-pîşeler ko etsin riyâyı

Mey-hâneye gel (gör) kim ne riyâ var ne mürâî

( Şeyhülislâm Yahyâ)

 

Anlamca:

“Riya peşinde olanlar bırak mescitte riya etsinler.

Meyhaneye gel, gör ki orada ne riya var, ne riyakar.”

 

Çok idealist nedenlerle, çok idealist biçimde, ortaya çıkmış bir durumdu, Göçebe.

U. G. : Göçebe, bir akım mıydı?

İ.Y.       : Göçebe, bir  Şiir Hareketi’ydi.  Yok sayılamayan. Bir dönemin çekirdeği/tözü ve ruhuydu. Ekiliydi. Etkindi. Yazılarımızla, şiirlerimizle ruhumuzu ortaya koymuş olduk. Şöyle bir durumumuz da var: Şiiri; hiç bir şeyin hizmetine vermeden yâni ne slogancı şiirin, ne ideolojinin, ya da başka hiç bir oluşumun eline vermeden; insanı içerden yakalayan; Osman’ın tâbiriyle, “dış’a değil, iç’e hitap eden”, (insanı) derinden yakalayan bir şiir oluşturmaya gayret ettik. Doğamız, oluşumuz böyleydi. Şiirde yapıntıya, eklentiye, yapay şiire, montaj/montalama şiire karşıydık. Doğal ve ruhlu, hayattan kaynaklanan, hayatın ilham ettiği, esinleyen ve esenleyen bir şiiri arıyorduk. Öylebir vadide olmak istiyorduk. Olduk da sanıyorum. Elbette bizden önceki kuşaktakilerden, biz onu yapmıştık diyenler olabilir. Bizden sonraki kuşaktan, biz onu yeni yaptık diyen olabilir. Kararı  tarih verecek. Bunların ayrıntısı çok var, çok özel özgün konular. Bir kısmı edebî, bir kısmı kültürel, bir kısmı insanî… Dolayısıyla şiir okurlarının belki de çokça ilgilenmediği de konular. Bunlar mutfak konusudur. Mutfakta yemeğin sırları gibi bir şeydir. Akım meselesi bu şekildedir.

U. G. : Yeniden sizden önceki kuşağa dönersek…

İ.Y.       :  Meseleyi Yeni Türkü’den ve Yaşar MİRAÇ’TAN başlatmak koşuluyla;  zaten, bizden önce, 80 kuşağı şairleri dediğimiz; Adnan ÖZER’ler, Haydar ERGÜLEN’lerin, Tuğrul TANYOL’lar (tarafından)  öncülüğünde gelişmiş ve oluşturulmuş olan şiir ortamında; (onlar)  İkinci Yeni’yi (de) yeniden keşfederek; yeni bir şiir ortamını kurdu(lar). Şiiri, şairin siyasî görüşüyle, partisiyle, inancıyla, inançsızlığıyla, yargılamadan; yalnızca ve yalnızca,  ortaya konulan metnin şiir oluşuna baktılar. Ayrı ve ayrımlı şair gruplarıyla gerek insanî gerekse şiir ortamı anlamında, dergiler ve yayınlar anlamında münasebet kurdular. Barışçıl ve saygıcıl-sevgicil, hoşgörüsel bir ortam yarattılar.  Yani onlar  o sıkıntılı ortamı aşmak gayesindeydiler. Aştılar da! bu, bugün,  normal ve basit görülebilir. Ne var ki, dönem içinde, özellikle dönemin başlangıcında oldukça külfetli, bedelli işlerdi bunlar. Bu dönemin en büyük handikabı, toplumcu ve/ya da toplumsal dahi coğrafyasal şiirden (hemen hemen) tümüyle çekilmiş olmasıydı… Onların yolu, şiirin, “Oda Müziği”ne dönüşmüş olması gibi bir sonuca çıkmamalıydı. Oda Müziği’nin tarihsel, kültürel ve müzikal önem ve değeri hususu ayrı bir şey. Ama, onların, en azından bir kısmının vardığı yer, “Oda Müziği” olunca; (şiir)  halktan, toplumdan, kitlelerden, ya da sosyal bağ ve katmanlardan yoksun hâle dönüşüyor. Şiir, çok az kişinin okuduğu ve ne kadar az okunursa, şairinin, adeta o kadar mutlu olacağı bir durum ve ortama düşüyor-du. Kimi şairler (ki bunların arasında şiirine-şairlik yeteneğine saygı duyduğum şairler de vardı); “-Beni 200 kişi okusa yeter!” diyordu. “50 kişi okusa da yeter!” diyenler de  vardı. Bu ciddî bir sıkıntıydı.   Evet… Onlar, çok önemli ve ağır sorunlarla baş ettiler. Bir çok sorunu da çözdüler. Şiir ortamındaki ideolojik nedenlerden, dünya görüşü ayrılıklarından kaynaklı duvarları yıktılar. Sadece şiir üzerinde buluştular. Sadece şiir! Dediler. Sadece şiir oluyor mu?  Sorunlu bir tespit aslında. Her çözüm beraberinde sorunlar da getirir. Tıpkı ilaçlar gibi. %60 faydası olan ilaçların, %40 zararı da oluyor. Bazı ilaçlarda bu zararlılık daha çok artıyor. Bu anlamda belki doğal karşılanabilir yaşanan süreç. Ama orada kalmamalıydı. Kalamazdı. Yeni bir yaklaşım ve tutum gerekirdi. 80 Kuşağının güzide şairleri, kendi yarattıkları iyi düzlemin yozlaşmasına ve toprağın üretimsiz duruma düşmesine olanak tanımamalı ve yeni enerjiler, yeni rüzgârlar yaratabilmeliydi. Ne var ki onlar, 80 Kuşağı kurumsallaşmasına çok önem verdiler. Kurumsallaşma, tutuculuğu ve kurumayı getirdi. . Ama yazının/şiirin kendisi denilen bir kavram üzerinde buluşular ve biz o ortamın üzerine geldik ve bir çok yönden rahat ettik.  Evet… Eğer onların oluşturduğu ortam olmasaydı, Sezai KARAKOÇ’U, Ebubekir EROĞLU’NU bu kadar içten, bu kadar rahat sevebilir miydik, bilmiyorum.  Nejat ÇAVUŞ’U, Hüseyin ATLANSOY’U? Mehmet OCAKDAN’I? Bu denli saygıyla sevebilir miydik? Ben, kendi adıma Sıtkı CANEY’İ sayıp sevebilir miydim? İlhami ÇİÇEK’İ bu denli sevebilir miydim? Ebubekir EROĞLU, bizi bu denli sevebilir miydi?   İçimizden bir arkadaşa (O. Ç.), “-Sizin sürekli Online olmanız lazım!” der miydi Ebubekir bey?  Örneğin Necip FAZIL’I, gerici (irticacı) diye hiç okumazdık belki (de)! İsmet ÖZEL’İN de semtine uğramazdı belki, sol’dan şairler… Bir yerde, onların hazırlamış olduğu şiir ortamında biz zuhur ettik; ama biz, oradaki oluşmuş malzemeyi, daha farklı açılardan görerek, keşfederek yeniden ama farklı biçimde, kendi devrimizin ruhu içinde, yeniden işledik. Kaygı ve eleştirilerimizle birlikte yeni bir şiir duyarlılık ve söylemi kurduk.  Kendi şiir yapımızı kurduk. Bizim arkadaşlarımızın içinde 80 kuşağı şairlerine karşı olan da var, bağlantılı ya da ilişkili  durumda olan da var;  tümüyle ret eden de var, reddetmeyen de var. Ben 80 kuşağı şairlerini reddetmeyen onlara saygı duyup, eleştirileri bâkî kalmak koşuluyla,  seven,  Göçebe ve 90 kuşağı şairlerindenim.

U. G. : Şiirden para kazandınız mı? Ya da kazanılıyor mu?

İ.Y.     : Ben şiir kitaplarımdan para kazanmadım. Para kazananlar da var. Bu popilzm ile ilgili. Bir çok faktörün bir araya gelmesi gerekiyor akçeli kazanımlar için. Ben zaten işin o yönünde olmadım hiç. Halk söylemiyle, cami hayrına/cemevi hayrına çıkardık, söyledik şiirlerimizi, çıkardık kitaplarımızı…  Biz şiiri hak için yazıyoruz, hak için ürettiğimiz şiirlerden gelir elde etmeyi düşünmeyiz. Bunlar benim kendime özgü, kendi varlığımla, varoluşumla, yaşama karşı tutumumla ilgili işler…   Biz (ben dememek için biz diyorum; Bektaşîlikte, ‘benlik şeytanlıktır!’ derler),  gönül insanıyız, gönül neferiyiz. Pîrimiz Yunus EMRE’dir. Yunus EMRE de şiirlerini satmadı,  biz  de şiirlerimizi, acizane,  satmadık. Para kazanmadık şiirden, karnımızı doyurmak için şiir söylemedik.. Dolayısıyla bizim (kendi adımıza)  şiire yaklaşımımız çok farklı.  80’li 90’lı ve 2000’li yıllarda şöyle şeyler var; “-performans yapmak!” deniliyor. Performans; hobi, boş zamanlarını değerlendirme, metin oluşturma, tekst yapma… Bütün bunlar, ben fakirin ve benim gibi düşünen şairlerin üslubu, tarzı değildir. Dünyasında böyle şeyler yoktur. Bu anlamda şiirle bir eğlence kurmak, bir makara muhabbeti yapmak, bir dalga muhabbeti yapmak, bizim kitabımızda yazmaz. Biz kız tavlamak için şiir yazmadık. O tarz şairlerden değiliz. Biz şirinlik olsun diye şiir yazmadık. Merhum bir romancı (M. K.) arkadaşın tâbiriyle, “-Kıllandırıcı nesne!” olarak bakmadık şiire…  Biz yüreğimiz yandığı için, yüreğimizde binlerce yıllık insan kültürünün ateşi yandığı için, Yunus Emre’lerden, Pir Sultan’lardan, Karacaoğlan’lardan, Dadaloğulları’ndan, Bakiler’den, Nesimî’lerden, Şeyh Galip’lerden  gelen ateşle, içimiz yandığı için, biz şiir yazıp söylüyoruz. İçimizden Osman ÇAKMAKÇI, “Yüreksöken!” diyordu bu duruma, hattâ ‘Yüreksöken kitaplar’ ismiyle bir seri yapmak istiyordu.  Ben fakir(in) benimsediği(m) şiir anlayışı(m) olarak,  ‘şiir yazma’ kavramını değil de, “şiir söyleme” tâbirini benimsiyor(um).  Bu anlamda biz yapay, yapıntı, montaj, kolaj işlerle uğraşmıyoruz. Uğraşamadığımız için de popülerleşme derdimiz yok. Çok satar olma derdimiz yok. Dolayısıyla biz fırına girip yanmışız. Çıkıp yeniden pişmiş olarak var olmuşuz.  Ne diyor büyük usta işte “Hamdım piştim.” Biz hamdık, şiirle piştik ve yandık. Yanıyor olmaktan da bir derdimiz yok, çünkü şairler, benim görüşümce; yalvaçların, peygamberlerin takipçileridir. Büyük usta Asaf Halet ÇELEBİ, “Benim Gözümde Şiir Davası” isimli, birbiri ardınca yayımlanmış yazılarında, bu konuları güzelce izah eder. 1940’lı yılların şairidir. Sonradan meşhur olmuştur. 80’den sonra, Hilmi YAVUZ’UN öncülüğüyle, 80 Kuşağından bir kısmının (da) çabasıyla, Asaf Hâlet ÇELEBİ yerini ve değerini bulmuştur Türkiye’de uzun yıllar gölgede kalmış bir şairimizdi. İşte Asaf Hâlet şairimizden de esinlenerek şairlik olayı peygamberlik bir olaydır. Yani onları izleyen şekilde peygamberî bir çile çekerek söylenen sözlerdir şiir sözleri. Böylelikle Asaf Hâlet ÇELEBİ diyorki,  peygamberin bir hadisi olduğunu söylüyor: “ Tanrının yeryüzünde anahatarları yalnızca şairlerde olan gizli bir hazinesi vardır.” Şimdi ben de Asaf Hâlet ÇELEBİ’NİN naklettiği bu hadis-i şeriften de güç ve ilham alıyorum. Dolayısıyla söylediğimiz şiirler dalga dubara şiirleri değildir. Böylelikle şiiri hiç gırgıra almadan, yaşamaya, şiir odavasını yürütmeye çalışan, bir fakir İrfan’ım. İrfan kavramına inanırım. İrfanı içeren bir şair olmak istedim. Asaf Hâlet’ten de esin alarak, ‘saf şiir’ mefhumuna da önem ve değer verdim/veriyorum. ‘saf şiir’ kavramı,  ‘sadece şiir’ deyimiyle bir ve aynı gibi görünse de, öyle olmayıp, çok daha geniş-çok daha derin ve engin bir anlamı ifade eder. Saf şiir, bir metinden ibaret değildir. Bir ruhu, bir aurası, bir efsunu/sihri, bir çilesi ve bedeli vardır. İnsanlık adına, yeryüzüsel ve evrensel bir ereği ve erinci vardır. Saf şiir, aynı zamanda masumiyeti ifade eder ki, yeryüzünde en zor şeylerden biri saf ve masum kalmaktır.

U. G. : Günlük yaşamınız, diğer şairlerle benziyor muydu o yıllarda?

İ.Y.     : Hayır. Hiç sanmıyorum.  Bir kere ben Yörük bir şairdim. Bunun iki anlamı var.Biri Alevî-Bektaşî kültüründen doğmuşum. İkincisi de, Yörük’ün sözcük anlamının içerdiği üzere, ‘yürüyen’ anlamında.   Bugün, Fatih denilen ilçenin her yerini, her semtini, her cadde ve sokağını bizzat ve birkaç kez, gece ve gündüz vakitlerinde gezmiş bir insanım. Kocamustafapaşa, Yedikule, Topkapı, Yenikapı, Cerrahpaşa, Şehremini, Yusufpaşa,  Çapa,  Bayazıd, Çemberlitaş, Küçükayasofya, Kadırga, Kumkapı, Büyüklanga, Küçüklanga, Sultanahmet, Sirkeci, Eminönü, Cağaloğlu, Nuruosmaniye, Kapalıçarşı, Süleymaniye, Vezneciler, Saraçhane, …vb.  Sürekli yürürdüm. Yürüyerek, gözlemleyerek, dinleyerek keşfederdim. Sanki şiir binaların çeperlerine, sokakların bir yerlerine, kimi insanların yüzlerine, bazı ağaçların koynuna saklanmış da, onu görmeye gidiyormuşum gibi… Şiir kimi yerlerde saklanmış ve kendini keşfedene sırrını veren bir sesmiş gibi, araya araya geziyordum. Yalnız bugünkü Fatih ilçesi sınırları dahilinde olan yerleri mi? Sadece Suriçi diye tâbir edilen bölgeyi mi? Hayır. Alibeyköy, Eyüp, Cibali, Küçükmustafapaşa,  Beyoğlu, Taksim,  Beşiktaş, Şişli, Harbiye, Ortaköy, Bebek, Rumelihisarı, Kadıköy, Üsküdar… Bu gezmelerimin bir kısmında, rahmetli şair dostum İrfan ÇİFTÇİ vardı yanımda.  Bir kısmında, Hasan ÖZTOPRAK ve Adnan ÖZER, bir kısmında Osman ÇAKMAKÇI… Ama çoğunluğu yalnız…  Geze, geze… Araya, araya…  Buldum mu? Evet buldum. Şiir, sırlarını verdi bana.

İrfan ÇİFTÇİ kardeşim, edebiyat ortamını ve şairleri, neredeyse tümünü, önceden tanıyordu. Onlarla arkadaşlıkları, dostlukları vardı.  Bir çok şairi ve edebiyatçıyı, daha görmeden, daha tanımadan/tanışmadan, İrfan ÇİFTÇİ’DEN dinlemiştim, 1986-1987 yıllarında. Ön fikirlerim, ön kanaatlerim oluşmuştu.. İrfan kardeşim, o denli işin içinde olmasına rağmen, sağlığında bir türlü şiir kitabını çıkarma imkânı bulamadı. Ölümü üzerine, ailesi, şiirlerini Artshop’tan çıkardı: “İnsan Doğduğu Yere Benzer”. İ. Ü. Edebiyat Kulübünde, neredeyse sayısız edebiyat/şiir etkinliği yapan bu insanın, şiir kitabı(nın), ancak ölümünden sonra çıkabilmesi, edebiyat ortamının ve hayatın garip bir cilvesi veya azizliğidir.

U. G.- Yine eskiye ve başa gidersek; ilk şiir kitabınızın çıkış öyküsünü anlatır mısınız?

İlk kitabım(ız) 1991 senesinde yayımlandı. Bu kitabın çok güzel öyküsü vardır. Adnan ÖZER, bizim hep abimizdi. Göçebe Şairleri’nin de en yakın dostuydu. Biz 87’den itibaran Adnan ÖZER’LE abi-kardeş dostluğum vardı. Adnan ÖZER’LE tanışmayı, bana, Tuğrul TANYOL tavsiye etmişti. Bayazıd’da, Divanyolu üzerindeki Çorlulu Ali Paşa Medresesinde çay içerken, ‘-Sen Adnan’la tanış, senin adamın o!” dedi bana.  Hüseyin Avni DEDE ile de görüşüyordum her gün. O yıllar, şimdi rahmetli olan şair İrfan ÇİFTÇİ’yle çok vakit geçirdiğimiz, kardeşçe yoğun sohbet ettiğimiz zamanlardı. İrfan ÇİFTÇİ, Adnan ÖZER’İ ve dönemin tüm şairlerini yakından tanıyordu. Bir gün bana, “-Adnan, seninle tanışmak istiyor,” dedi. Daha önce de anlattım bunu. Bir Cumartesi günü, Adnan ÖZER-Levent ERSEVEN ikilisinin yayınevine gittik. Yanımda bulunan elle yazılı 4-5 şiirimi okuyunca, Adnan ÖZER, beni çok onore etti. Birçok kişinin -o dönemin genel yapısı içinde- İsmet (ÖZEL) etkisinde şiir yazdığı hâlde, benim yazdıklarımın çok farklı ve özgün olduğunu söyleyerek; bunu nasıl başardığımı sordu. ‘-Yeni, farklı, çok özgün ve çok önemli bir şairle karşı karşıyayız!” diyerek selamladı beni (ben fakiri). Düşünün ki bir genç şairim; benim için, çok önemli ve hayatî sözlerdi bunlar… ÖZER, daha sonra, benim şiirlerimdeki kırsal ruh ve sese atıf yaparak, “-Şiir kırlardan gelecek!” dedi. O günden sonra, Adnan ÖZER’LE yolumuz (neredeyse) -hemen hemen- hiç ayrılmadı. Sonradan yaşanan ufak tefek sorunlar ve kesintiler dışında…    Sonra Hasan ÖZTOPRAK (1990) , sonra da Osman ÇAKMAKÇI’nın da (1990) eklenmesiyle –Birhan KESKİN daha önce, benden de önce- Düşler dergisi etrafında bir grup idik. Ben dediğim yerlerde kusura bakmayın, biz demek istiyorumdur veya parantez içinde ben fakir ibaresi vardır daima. Öyle kabul edin ben dediğim yerlerde. Bu kitaplarımızı biz çıkarmayı hayal ederken, Adnan ÖZER de bizimle beraber hayâl etti. Şimdi bizim ilk kitaplarımızın hepsinin, ikinci bir adı vardır. Ben fakirin kitabının ismi Rüzgarın Fili Yakınımdır. Bu, benim Aganta Burina Burinata isimli Varlık dergisinin 1000. sayısında çıkmış olan bir şiir(im)de geçen bir imaj(ım)dır. Bundan dolayı da, bana, “Rüzgârın Fili” ibare veya ifadesi, bir tür mahlas gibi, yakıştırıldı, yapıştırıldı.

Bunu ilk telaffuz eden de, o yıllar, şiirin ortamında çokça bulunan Atılgan BAYAR’DI (Zühtü BAYAR’IN oğlu. Şimdilerde gazeteci).  İskenderiye Kütüphanesi adıyla kurduğumuz yayınevinden çıkardığımız bu kitaplarda,  kitaplarımızın ikinci bir adı vardı. Herkesin ruhsal ve kültürel dünyasına göre, kişiliğine göre, bir ikinci adı oldu kitaplarımızın. Benim kitabımın ismi, Sarı Çiğdem Kitap’tı. Sarı Çiğdem, resim olarak,  ön ve arka kapakta, birer köşede,  yerini almıştır. Kitabın zemininde, çizgisel ve çizimsel ya da gölgesel olarak duran motifler de hep sarı çiğdemin iz düşümleriydi.  Osman ÇAKMAKÇI’nın şiir kitabının çiçeği zakkumdur. O öyle hissediyordur kendisini… Şimdi bunların incelemesi, hazırlanması, karar verilmesi ve yaşama geçirilmesi aylarca sürmüştür. Bana kalsa ben bu kadar uzun süre inceleme yapmazdım. Ama Adnan ÖZER bizi bize bırakmadı. O katkı ve etki yapmasa, belki de, çok acemice işler yapardık, belki de yapmazdık. Bilmiyorum… Hasan, GENDAŞ yayınlarında çalışıyordu. Yayın dünyasının içindeydi.  O nedenle, sanırım, acemice ve amatörce bir şey yaptırmazdı bize… Dediğim gibi, Adnan ÖZER, bizden adeta daha  çok heyecanlandı. Biz bunu gerek Adnan ÖZER’İN yayınevi olan Armoni yayınlarında, gerekse İstanbul-Beyazıt’ta Çorlu Ali Paşa Medresesi dediğimiz ortamda -edebiyatçıların devam ettiği bir mekandı orası- veya çevredeki kahvehane ve kafelerde oturup, konuşa konuşa, irdeleye irdeleye, harika fikirler oluşturduk. Her şey böyle meydana geldi.   İskenderiye Kütüphanesi bizim için kurulmuş bir yayınevidir. Bu yayınevinden bizlerin ilk kitaplarından başka hiç bir kitap çıkmadı. Aynı isimde bir başka yayınevi daha var. Onun bizimle ilgisi yok. Ve ilk kitaplarımızın finansmanını Hasan ÖZTOPRAK bize kredi sağlamıştır. Hasan ÖZTOPRAK’IN sağladığı krediyle (Hasan ÖZTOPRAK) bastırdı. Biz de krediyi önceden konuşup anlaştığımız şekilde Hasan ÖZTOPRAK’A ödedik. Benim şair yönümü bilen seven çok sayıda dostum, arkadaşım vardı. Onların kitabımı -sevgi ve saygıyla- satın almaları sonucu, biriktirerek,  Hasan ÖZTOPRAK’A borcumu ödedim…

U. G.: – Yeniden Göçebe’ye dönersek… Özellikle Göçebe Şiir Kitapları’na…

İ. Y.  : Evet.. Peşinden, Göçebe Hareketi’ni fikren ve fiilen kurduktan sonra;  Göçebe’nin toplantıları da çok heyecanla yapılıyordu. İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde Dersaadet isimli bir mekan vardı orada toplanırdık. Sonra Cadde-i Kebir isimli mekan vardı oralarda toplanırdık ve heyecanla dergiyi konuşurduk. Göçebe şiir seçkisini çıkarırken 1996 yılında, bu ikinci kitaplarımızı oluşturduk. Bu çıkardığımız, bana ait ikinci  kitap olarak, (Göçebe yayınevinde) Çiçek Tozu Günleri idi. Göçebe şiir kitapları’ndan da, bizlerin (Osman, Birhan, Hasan, ben)  kitapları çıktı. Şiir Atı grubundan gelip Göçebe dergisinde bizlerle olan Serdar KOÇAK’IN bir kitabı da buradan çıktı.

U. G. : 3. ve diğer kitaplarınızın çıkışı nasıl oldu?

İ, Y.   : Peşinden  Eğri Denizler Mermer Avlular kitabımızı çıkardık. Uzaktan Dizeler kendi yayınevimdir. Bu kitabın tasarımı Adnan ÖZER’E aittir. Eser bizimdir. Adnan ÖZER bu kitabın tasarımının, “sanki bir dua kitabı gibi” olduğunu söyler. Peşinden Kır Kıyısında Erkete Acılar kitabımızı çıkardık. Bu da bizim kendi yayınevimin kitabıdır.  Bu şekilde gizli bir yayıncılığımız da açığa çıkmış oldu. Bu kitabın tüm tasarımı şair arkadaşım Murat KARACAN’A aittir. Murat KARACAN kapak tasarımını ve hazırlığını yaptı. Daha sonra Uzaktan Dizeler yayınevinden Şapkasız İstanbul Destanı kitabımı çıkardım. Bu kitapta benim yaşadığım İstanbul bendeki İstanbul üzerinedir. Bu kitabımı çok seviyorum, tabi tüm kitaplarımı seviyorum. Ama pek gündem tutmadı. Merkez yayınevlerinden ya da şiir ortamına egemen olan güçlerin desteklediği bir ortamdan çıkmadığı için,  gerek şapkasız İstanbul Destanı ve gerekse Kır Kıyısında Erkete Acılar isimli şiir kitaplarım adeta güme gitti . Zaten edebiyat ortamında – Attilâ İLHAN’IN tabiriyle, bir “sükût komplosu” her zaman vardır.   Şiir dünyasında birçok klik vardır. Bu klikler, siyasetteki, siyasal örgütlenmelerdeki kliklerden çok daha fena, çok daha katıdır.  Bu klikler, kendilerinden olmayanlara sekter davranırlar. Görmezden gelirler, dışlarlar. Ötekileştirirler. Bunun yanında, şiir ve edebiyat dünyasında, bir takım kişilerin, kendilerinin yönettiklerini düşündükleri ve belki de veya çoğunlukla kendilerinin gerçekten yönetim hâkim oldukları bir tür masonik ya da kastsal sistem vardır. Bu yapı öylesine görünmez davranır ki, perde gerisinden ortamı yönetenleri, kolay kolay göremezsin. Kendilerini gösterip belli etmeden ama ortamda gezerek işlerini görürler. Bunların içinde tetikçileri, keskin nişancıları, erketeleri olanlar da az değildir. Bu mevzu harbiden çok derin. Dolasıyla, yapının içinde yapılar ve engeller vardır. Edebiyat ve şiir ortamında var olmak kolay değildir. Bu konuda diyeceklerim çoktur da, başka bir zaman ve zeminde! Şimdilik, geçelim! Bundan sonra da, Meryem Ana Sessizliği isimli şiir kitabım,  Mustafa FIRAT’IN sahibi olduğu, Mühür yayınevinden yayımlandı. Bu, 2007 ve 2009 yılları arasında yazdığım şiirlerden oluşan ve 2009’da çıkan bir kitabımdır. . Ve daha sonra yayımlanmış bir  şiir kitabım da Dalgalar Uzun Olacak’tır. Yasakmeyve yayınevinden yayınlandı.  2013’te, bu  kitabımı Enver ERCAN yayımladı. Yazarlar Sendikası (TYS) başkanıydı. Varlık dergisinin yayın yönetmeniydi. Yasakmeyve dergisinin yayın yönetmeniydi. Şimdi, rahmetli oldu. Ondan sonra, 2019’da, Adnan ÖZER’İN Vapur yayınlarından çıkan,  Çığlık Kırları isimli kitabım yayınlandı. Böylece şu anda 8 şiir kitabımız bulunmakta.

U. G. : Şiir kitaplarınızın dışında da kitaplarınız var…

Evet. Şiir kitaplarımızın dışında da, kitaplarımız var. Ordu şairlerini işlediğim bir kitabım var; Modern Ordu Şairleri isimlidir. Bunu serüven kitaptan, 2011 yılında, yayımladım. Bu kitabım da önemli bir kitaptır. Ordulu şairleri değerlendiren özgün bir kitaptır.

Bunun dışında başka bir serüvenimiz daha var. Şiir üzerine yazdığımız yazıları söylediğimiz sözleri, şiirle hayat kesişimlerini kitap haline getirdik: Sıradan Sözler ki, bunu Vedat AKDAMAR’IN, Artshop’undan 2013’te yayımladım..  Benim için, çok tabii ki, önemlidir. Sonra Yaşam, Ölüm ve Sözcükler isimi, hayat ve şiir üzerine cümlelerimizi içeren bir kitabımız yayımlandı. Artshoptan,   2013’te.  Yine Artshop’tan, Şiirin Ruhu ve Kendimden Nağmeler isimli kitabımı yayınladım, 1915’te.

U. G. : Şiire adanmış bir yapınız ve yaşamınız var… İlla ki, okuduğunuz şairlerin sayısı çok fazla. Fakat tanığınız şairlerin sayısı da çok. Bu konuda neler söylersiniz?

Evet. Okuduğumuz şairlerin sayısı pek yok. Tanıdığımız şairlerin sayısı da çok elbette. Tabii ki, okuduğunuz şairler, tanıdığınız ya da tanıştığınız şairlerden çok çok fazladır her zaman…  Yaşayan veya bir kısmı -tanıştıktan zaman sonra- ölen Türk şairlerinin çoğunluğuyla tanışıklığımız var. Mehmed KEMAL, Refik DURBAŞ, Attilâ İLHAN, Hilmi YAVUZ. Attilâ İLHAN’I her gün telefonla arardım, İstanbul’dayken ben… Harbiye’de Divan Pastanesinde, yıl aşırı buluşup sohbet ederdik. Attila İLHAN’dan çok şeyler öğrendim . Siyasi düşünceye, kültürel yapılara eleştirel bakmak. Attilâ İLHAN’IN şiirlerinin yanında, Gerçeklik Savaşı, Ulusal Kültür Savaşı, İkinci Yeni Savaşı isimli çok değerli kitapları ve bu kitaplarda çok önemli görüşleri vardır. Hilmi YAVUZ’u tutkuyla severdim. Bakış Kuşu, harika bir ilk kitaptır.  Doğu Şiirleri, Bedreddin Üzerine Şiirler,  damarlarımı, tüylerimi diken diken ederdi.  Hilmi YAVUZ’U bütünüyle severdim. Hilmi YAVUZ’U harf harf satır satır,  heyecanla okurdum. Hilmi hocanın Yazın Üzerine, Kültür Üzerine vs. çok önemli kitapları vardır. Tüm kitapları çok önemlidir. Hilmi YAVUZ’DAn çok şey öğrendim. Hilmi hocanın konferansları olurdu. Edebiyat kulübü olarak, (İrfan ÇİFTÇİ’NİN öncülüğünde),  hocayı getirirdik. Hocadan şiir tekniğine, şiir tekniğinin tarihine ilişkin çok önemli  bilgiler öğrendim. Şiirin atölye, zanaat, mutfak kısmı hakkında, çok özgün saptamalar ve teknik ayrıntılar öğrendim. Bir çok kişiye, ve bana da, farklı bir bakış açısı  kazandırdı. Kitapları da  okuyarak bu bilgileri daha güçlü duruma getirdim.  Hilmi hoca bize/bana, Behçet NECATİGİL’İ, Ahmet Muhip DIRANAS’I öğretti.  Asaf Hâlet ÇELEBİ’yi tanıttı, sevdirdi. Hilmi YAVUZ da Behçet NECATİGİL’İN öğrencisidir. Hilmi hoca üzerinden NECATİGİL’İ -adeta yeniden –  keşfederek öğrendik, öğrendim. Behçet NECATİGİL büyük bir okuldur. NECATİGİL’İN şiirleri, yazıları, söyleşileri bir şair için asla vazgeçilmezdir. Alfabe gibidir. Hilmi YAVUZ onun bilgilerini, şiir tekniğini, şiir görüşlerini çok ileriye götürmüştür. Diyelim ki daha modernize etmiştir. Aşama kazandırmıştır. Evrimleştirmiştir.Tabi bizim içine doğduğumuz ortamda 80 Kuşağı şairlerinden Adnan ÖZER, Tuğrul TANYOL, Haydar ERGÜLEN gibi ağabeylerimiz vardı. Refik DURBAŞ daha eskilerdendir. Refik abi benim ilk ustalarımdandır. O uzun bir hikâye… Başlıbaşına ve uzunca anlatmam lazım. Refik Abiyi çok severim, çok değer veririm. 80’li yıllarda şöyle bir ortam vardı: 1-) Ecegiller  vardı, (Ece AYHAN’dan etkilenenler  ) 2-) İsmetgiller vardı (İsmet ÖZEL’den etkilenen grup) 3) Hilmigiller vardı (Hilmi YAVUZ’U merkez alanlar); 4-) Turgutgiller… (Bunlar, Turgut UYAR şiiriyle Nâzım şiirini ve diğer toplumcu şiiri buluşturup hemhal etmeye gayretli olduğunu algıladığım bir ekoldü. Farklı cepheleriyle ve özgün diğer özellikleriyle birlikte; Broy dergisini ve özellikle Seyyit NEZİR’İ bu kapsam ve bağlamda düşünüyorum. 5-) Cemalgiller: Cemal SÜREYA izinden yürüyen iki grup var: a)  Bunların bir kısmı Orhan VELİ,  Can YÜCEL ve  Cemal SÜREYA şiirini, humor üzerinden yeniden terkip ederek adeta yeni ve farklı bir Garip şiiri oluşturma peşine düştüler. Cemal SÜREYA’YA rağmen Cemal SÜREYA’CI olduğunu değerlendirdiğim hattâ Cemal SÜREYA’YA karşı  Cemal SÜREYA’CI olduğunu varsaydığım bu grup, bir süre var oldu, az bir etkinliği oldu, sonra itfa oldu. b) İlk Cemalgil grubun dışında, Erotizm üzerinden C. SÜREYA izinde olduğu düşünen bir diğer grup daha vardı. İlkten farklı olarak, onların tümüyle dışında,  dışında.   6-) Enisgiller… (Enis BATUR’UN, tümüyle Batı menşeli, yurtsuz/kozmoplit,  yerelliği ve yerliliği dahi ulusallığı bir tür dışlayan; daha geniş bakış açısında ve dünyasal duyarlılıkta olduğunu iddia veya ima eden şiir anlayışını ve şair duruşunu benimseyip  izleyenlerden oluşur).   İkinci Yeni şairlerinin hepsinin genç şairler ve kısmen usta (genç üstü) şairler insanlar üzerinde etkisi vardı.  Diyelim Ece AYHAN da bir İkinci yeni şairiydi ama ayrı bir ekol oluşturmuştu.   Ama 80’li yılların hazırladığı çalıştığı ortamda bunlar patladı. 68 Kuşağı ve 70’liyıllar ortamında devrimci-toplumcu, slogancı, siyasî şiirlerin egemen olduğu genel yapı içinde, çok da itibar görmeyen, pek revaçta olmayan şairler, 80’dan sonra büyük gündem oluşturdu. Hilmi YAVUZ’U, Ece AYHAN’I, İkinci Yeni’nin diğer şairlerini işleyen, çalışan; kalabalıklarından ayıklayan, şair olarak billurlaştıran, 80 kuşağının şairleriydi. Üç Çiçek dergisi, Yeryüzü Konukları dergisi, Poetika seçkisi, Şiir Atı dergisi…  Orada Adnan ÖZER, Haydar ERGÜLEN, Tuğrul TANYOL, Vural Bahadır BAYRIL, Metin CELÂL… Bir çok değerli güzel şair(ler) bir çok güzel yazılar yazdı, söyleşiler verdi. Hepsi, bir genç şair için kaynak niteliğindedir. Biz de (en azından ben de)  onlardan yararlandık/yararlandım. . İşte bunların  bir kısmı kendisini NECATİGİL’E bağladı. Bir kısmı kendisini İsmet ÖZEL’E bağladı. İsmet ÖZEL’İN bağlıları vardır. Hilmi YAVUZ’UN bağlıları vardır. Ece AYHAN’IN bağlıları, hayranları vardır. Ama biz bütün bu ortamlarda İsmet’çi asla olmadık, olmadım.  Ece’ci de olmadım. Hilmi YAVUZ’un öğrencisi oldum. Ama şucu bucu ya da Hilmi’ci de olmadım. Ama Hilmi hocanın şiirinden, bilgisel ve öğretici temelinden, anlatımlarından kâh yararlandım kâh esin ve besin  aldım.  Ezcümle, hiç bir şiir mezhebine,  tarikatına veya kliğine bağlı değilim. Özgür bir fakir şairim.

U. G. : Şiir yoluna çıkan veya çıkacak olan ya da çıkmış da arayışta olan şairler için soruyorum. Şiirin yollarını kolaylaştıracak bir sihirli formül var mı?

İ. Y.    : Hilmi hocadan alıntı yapayım: Bir meşhur, kabul edilmiş, usta  Arap şairine genç bir Arap şairi gelmiş… “ Efendim ben size çırak olmak istiyorum, kabul ederseniz,” der.  Meşhur Arap şairi “ Bir şartım var, ” der. Genç şair “- Buyrun hocam” der.  Meşhur şair “-Git, bin şiiri ezberle gel” der. Ve genç gider, bir gün gelir. “Hocam ben bin şiiri ezberledim.” der.  Meşhur şair “ -Oku bakalım” der.  Bin şiiri okur genç. “Şimdi ikinci bir şartım daha var” der. “-Şimdi, o bin şiiri unut da gel!” Bunun özü şiirin bir teknik tarafı vardır bir de hayata, varoluşa bakış tarafı vardır.

Bir de Adnan ÖZER’DEN dinlediğim onun da başka yerden aldığı bir anekdot daha vardır: Bir şair yıllar sonra yaşlanır ve gözleri görmez olur. Genç bir şairle geziye çıkar ve bir yere gelince eğilir geçer. Der ki genç şair, “ -Ustam burada bir şey yok ki, niye eğilerek geçtiniz?”. Usta,  “-Eskiden burada bir ağaç vardı, ben o ağacı severdim. Onun gölgesinden faydalanırdım. Onun rüzgarından faydalanırdım. Ona saygımdan eğildim” der. Dolayısıyla varoluşa saygısı olmayanın, şiire saygısı olma şansı yoktur. Şiir çok boyutlu, çok özellikli bilgeliği ve çilesi olan bir olaydır. Şeyh GALİP üzerine acizane bir yazı yazdım. Tabi okumak gerekiyor. Şeyh GALİP’in çile çıkardığını, deyim yerindeyse çileye girdiğini biliyorum. Şair çileye girmelidir, çile çıkarmalıdır. Çileden (bitirerek) çıkmamış şairler, boş  ve kuru sözler söylemiş olurlar. Yeryüzüne, kainata hiçbir faydası olmaz. Hakikate değinmiş olmazlar, aşka değinmiş olmazlar. Yunus’un devamı olamazlar. Biz yunus’un acizane öğrencisiyiz. Ustamız, hocamız Yunus’tur. Kendimi adıma, Yunus EMRE’NİN garip ve fakir bir takipçisiyim.

U. G. : Uyduruk şairler var mı sizce?

İ. Y.        : Olmaz mı? İstanbulistan’da tramvayda yolculuk eden iki edip sohbet eder. Bir yandan da bir günlük gazeteyi okur-lar. Bir köşe yazısına gözü ilişen ve onu okuyanın keyfi  kaçar. Diğeri, ‘-ne oldu üstadım?’ der. Diğeri, kederlice cevap verir;  “Üstadım, n’olacak; yerde kalem bulan muharrir oldu!”

Şiir yazmanın göreve bir kolaylığı var. Cahil cühela ve ham ervah, şiiri bir kafiye meselesi sanıyor. Taşrada hele, bu, çok daha böyle… Üç buçuk kafiyeyi bulan, uyduran, kafiyeyle sözcüğü ve ifadeyi çarpan, çarpıştıran, kafiye cambazlığıyla, güya şiir kotardığımı sanan aymazların ya da şiirle çelik çomak oynamaya kalkan, belagat budalası serserilerin ‘oyuncağı’ değildir şiir. Ölüm/dirim gibi ciddî ve yaşamsal bir iştir şiir. Şakaya gelmez! Şiirin ne olduğunu idrak etmekten aciz olanlar, şiiri yalnızca güzel söz söyleme, amiyane tabirle ‘damardan’ söz söyleme’ye indirgiyor. Varoluş meselesinin tam ortasında ve tam çağlayanın aktığı yerde olan yüksek ruha, indirgeyici ve basitleştirici yaklaşımlarla varılamaz.

 

——————————————————————————————————————-

 

(*) nietzsche’nin başyapıtı olan böyle buyurdu zerdüşt’teki çölün kızları arasında (unter töchtern der wüste) başlıklı bölümde geçen muhteşem bir ifade. söz konusu bölüm, filozofun kendi şiirlerinden bazılarını bir araya getirdiği şiir kitabı dionysos dithyramben’de de yer almaktadır. filozofun yazdığı en sevdiğim cümlelerden biri ve tek başına bile binlerce şiirden daha etkili olan bu ifade farklı şekillerde dilimize çevrilmiş. ben en çok bu başlıktaki çeviriyi sevdiğimi söyleyebilirim. sanırım başlıktaki çeviri turan oflazoğlu’na ait olanıydı.

 

almanca aslı şöyle: ” die wüste wächst: weh dem, der wüsten birgt! ”

 

türkçeye ise şu şekillerde çevrilmiş:

 

çöl büyüyor; vay haline çöllere gebe olanın!

çöl büyüyor: vay haline içinde çöller olanın!

çöl büyür: vay haline içinde çöl saklayanın! (oruç aruoba çevirisi)

 

devamını okuyayım

 

midnightcowboy

20.11.2017 21:32

midnightcowboy

heidegger’in deyişiyle en sessiz ve mahcup insanlardan biri olan nietzsche’nin ıstırabına katlanmak zorunda kalarak attığı çığlıktır.

“dünyada insanların yaklaşmakta olan dünya savaşlarına dair henüz hiçbir şey bilmediği, ‘ilerleme’ye olan inancın, sivilleştirilmiş halkların ve devletlerin neredeyse dini olduğu bir dönemde nietzsche çığlığını kopardı: “çöl büyüyor … “** ayrıca nietzsche bu çığlığın ardından şöyle sormuştur: “sizin, gözlerinizle işitebilmenizi sağlamak için, önce kulaklarınızın patlatılması mı gerekiyor? davul çalmaya benzer biçimde ve ceza vaizleri gibi takırdamak mı gerekiyor?”   (Ekşi Sözlük’ten)

 

 

 

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paylaş
Bağlantıyı kopyala