ÖNCESİ – BAŞLANGIÇ – ORTASI – SON – SONRASI
ÖNCESİ
Uzun, çok uzun, çok ama çok uzun yıllardır, belki de asırlardı, belki de dünyanın hatta kâinatın var oluşundan bu yana düşündüğüm bir mesele var. (Benim hayatım benim doğuşumla başlayan bir şey değil, kâinatın yani hiçlikten varlığın çıktığı o ezelden başlayan silsilenin bir parçasıdır. Demiştim ya, hayatımız bizim doğmamızla değil kâinatın var oluşuyla birlikte başlıyor. Ve tüm olan bitenler, bütün mazi ve bütün tarih bizim kendi aciz hayatımızın başlamasını önceliyor ve buna neden oluyor. Burada işte şimdi anlatmaya çalışacağım ezel ile ebed meselesi ortaya çıkıyor, neşet ediyor.) Öncesiz bir başlangıç ve sonrasız bir son olabilir mi? Gerçekten de bir başlangıç ve ortası ve son var mıdır? (Bütün bu sorular spekülatif sorular olabilir ama bütün düşünce, tarih ve hatta kültür tamamen spekülatiftir. Hatta bilim hatta teknoloji bile, tıp da dahil.) Kendi hayatım sadece kendime mi aittir? Hayır, o bütün mazinin, şimdinin, geleceğin, akmakta olan zamanın, tarihin ve elbette başkalarının da hayatıdır. Belki de sadece onlarındır. Onların bana verdiğidir; biçtiği, tabi kıldığı, maruz bıraktığıdır. (Çoğu zaman kendimi kendi hayatımın figüranı olarak hissettiğim oluyor. Başrolde benim olmam gerekirken, her ne kadar biz kendimize ait ve kendimizin inşa ettiği bir hayatımız olduğunu sansak da aslında bize dışarlıklı olan ve bizi her yönden çevreleyip kıstıran hayatın figüranıyızdır. Onun bizi mecbur kıldığı, dikte ettiği, belirlediği şeyleri yaşarız. Aslında kimse kendi hayatının mutlak sahibi değildir. Hatta çoğu zaman ona yabancıyızdır.) Bizim hayatımız bizimle (hiçbir kimsenin ve hiçbir canlının hayatı kendisiyle) başlamaz, öncesi, şimdisi ve sonrası vardır. Doğuş, her şeyin hiç yoktan varlığa çıktığı başlangıç noktası değildir ve ölüm kendi hayatımızın sonu olsa bile mutlak anlamda bir son değil, sonrası olan bir kapanıştır. (Bu sözlerim dinsel göndermelere sahip değil, sadece biz öldükten, yok olduktan sonra da bir sonrası vardır. Bunları doğaya bakarak hem doğal hem de kültürel-beşeri anlamda söylüyorum.) Ölüm bizim kendi aciz ömrümüzün –hayatın minicik bir evresinin- sonudur evet belki ama bizim ömrümüzün sonra ermesinden sonra ömrümüzü inşa edip yaşarken yaptıklarımız ölümümüzden sonrasına, sonrakilere etki eder. Bu etki hayata dahil olan ve dahil olmadığı asla iddia edilemeyecek olan eylemlerimizin, duygulanımlarımızın, sözlerimizin, yaptıklarımızın, yazdıklarımızın, düşündüklerimizin hatta hissettiklerimizin hatta maruz kaldıklarımızın etkisidir. Olan şeyler bir kere olmuşsa hiç olmamış olduğu gibi olamaz. Dünya ve her şey değişir. Demek ki biz var olmadan önce var olan şeylerin yaptıklarının, düşündüklerin hatta çektiği ıstırapların bizi öncelediğini, biçimlendirdiğini ve onlarla birlikte doğup varlık kazandığımızı söylememiz gerekir. Bu anlamda hiç kimse tabular asa değildir. Yani doğduğu anda, yaşadıklarının ya da kendisinin dolduracağı boş bir sayfa değildir. Temiz bir sayfa değildir, bütün bir geçmişin kendi ağır izini bıraktığı bir varlıktır. Doğduğunda o sayfada kargacık burgacık da olsa, pek anlaşılamasa da birtakım çiziktirmeler, karalamalar vardır. Geçmiş daha doğduğumuz anda bizi bağlamış, belirlemeye girişmiş hatta hayatımızı bir yük olarak sırtımıza yüklemiştir. Daha doğduğumuz anda mutlak özgür değilizdir. İşte geçmiş bizi böyle lekeler.
(Kurgusal Düşünce dediğim şey ile düşünceyi şiire yaklaştırıyorum, gerçeği kurguyla karıştırıyor, ona yön vermeye çalışıyorum, hatta onları birleştiriyor, iç içe geçiriyor, karıştırıyorum, birbirleriyle sıvıyorum. (Şiiri düşünmeye boca ediyorum; düşünmeyi şiirle mayalıyorum.) Bunu neden yapıyorum? Şunun için: Düşüncenin ve dolayısıyla düşüncemin dayandığı mantığın düzenleyen, sınıflandıran, kapatan ve sınırlayan ve hatta hapseden duvarlarını aşmak hatta yerle bir edip yıkma için, ki böylece yeni düşünme biçimlerine ve mantıklarına ve dolayısıyla yeni gerçeklilere ulaşabileyim. Düşünme, kendisinden önceki düşünme bicilerine, normlarına ve neredeyse kurallarına göre davranır, kendini ondan kurtaramaz, koparamaz. Eğer koparsa önceki kabul görmüş meşru düşüncelerden kopmuş olmasının kendisinin doğruluğunu, gerçekliğini, geçerliliğini ve güvenilirliğini sarsacağını hatta boşa düşüreceğini savunur, sanır. (Gadamer Felsefenin Başlangıcı kitabında şöyle diyor: “Bilimsel bir metafizik kendi içinde çelişkilidir. Çünkü bu, hayatın bilimle erişilemez derinliklerini bilimsel olarak ifade etme arzusudur.” Burada bilimsel kelimesinin yerine düşünsel kelimesini koyup öyle de okuyabiliriz.) Düşünce, temkinli ve korkaktır; ayrıca tutucudur. En büyük korkusu da yanlış ya da eksik ya da hatalı düşüncelere – ki bunlar, kendisinden önceki düşüncelerin doğrulamadığı, onaylamadığı düşüncelerdir – varmaktır. Düşüncenin en büyük acziyeti doğrulanma ve kanıtlanma ihtiyacı duymasıdır. (Ki gerçekliğin doğrulanmaya ihtiyacı yoktur, Gerçek, doğru ya da yanlış olsun, doğrulanmasa da gerçektir. Önemli olan hakiki olmasıdır.) Ayağını, kendisinden önceki –aslında kendisi kadar spekülatif olan- düşüncelerin oluşturduğu güvenilir (ve elbette kabul görmüş) zemine basmak, ondan ayrılmamak ister. (Yoksa dayanaksız kalacağını sanır. Halbuki dayanaksız da olsa gerçek gerçektir.) Düşünmeyi bir düşünme şablonuna –buna mantık diyebiliriz, ki mantık mutlak değildir, çeşitli bilimsel gelişmelerle birlikte değişebilir- hapseder indirger, elini kolunu bağlar. Bir at gözlüğüdür. Varlığı belli (ve çoğunlukla tek) bir açıdan görmekle malûldür. Halbuki varlığı ve gerçekliği bütünüyle, 360 derecelik bir açıyla görmek gerekir ki bunun için bakanın baştan aşağı her tarafıyla birlikte bir Göz olması gerekir ve her tür koruyucu zırhtan ari, bütünüyle geçirgen olsun, bütün varlığıyla bir Duyuş haline gelsin. İşte ancak o zaman Hakikat bize kendini açar. Bunu ise sadece sanatçılar –hatta sadece şairler- yapabilir. Zira düşünce doğruluğu elimizdeki sınırlı bilgiyle –ki bilgi her zaman sınırlı ve tamamlanmamıştır- doğruluğu onaylanmış kurallara tabiyken şiir bütün kuralları yıkar, bütün gerçekliği değiştirebilir. (Gerçeklik, Hakikat demek değildir.) Bu da ancak Hakikatin gerçek halini ve düzensizliğini ve hatta uçuculuğunu hissetmekle mümkün olabilir. Varlık organiktir, Dünya organik bir yapıdır – her ne kadar inorganik sanal bir çağa girmiş olsak da. (Bu çağda şair artık şiirler yetinmeyen, onu aşmaya çalışan kişi olmalıdır.) Şiir içine doğduğu ve var olduğu gerçekliği yerle bir ederek yeni gerçeklik alanları ve imkânları açar. (Evrenin kendi kendisini genişleterek varlığı var etmesi gibi.) Bu gerçeklik alanlarının koşulları ve var oluş mantığı bambaşkadır. Burası ancak şiir yoluyla ulaşılabilecek bir yerdir ve burada ancak şiir yoluyla ulaşılabilecek bambaşka düşünceler vardır. (Bu düşüncelere şiir yoluyla varılır, yoksa önceki düşünceler üzerine inşa ederek değil.)
(Bu bölümün ikinci kısmı gelecek yazıda kendisini var kılacak.)