Heterodoksluklar

Bu Çağ Dergi > Genel > Genel > Heterodoksluklar

Heterodoksluklar - Hayriye Ünal

Azınlığın sanatı yolunda çoğunluğun diktesinden sıyrılma araştırmaları

1.

Çoğunluk, çokluk değildir. Spinoza’nın değindiği şekilde, tekilliklerin bir arada tekleşmeden oluşturduğu çokluk içinde “conatus” ilkesi yürürlüktedir. Çokluk, azların akıllıca bir aradalıklarıdır.  Varolma çabasının akıl çerçevesinde birlikte tuttuğu çokluk ile varolma içgüdüsünün birbirine tutundurduğu yapışkan çoğunluk asla karıştırılmamalıdır.

Siyasi özneyi ifade eden çokluk kavramı, şiirsel bağlamda da geliştirilip azların/azınlıkta kalanların dikey/tarihsel bağlantılarını ifade edebilir. Akıllıca bir aradalığı keşfeden şairler zinciri, şiir dışı her şeyi şiirsel alandan atarak mıntıkayı eylem bölgesine çevirebilir. Şiirin yüzyıllarca her ülkede her bölgede her dilde süren şaşmaz saygınlığı, çoğunluk-azınlık dikotomisinden zamanın müdahalesiyle çokluk üretmesiyle ilgilidir. Böylece şiir, talep etmeden ama conatus ilkesi gereği müthiş ve uzun ömürlü bir siyasi/toplumsal özne olur. Şiir –bedeni mezarda tek tek ayrı unsurlar olarak yataduran– antolojidir, çoklukun ta kendisidir. Şiirin çokluk adlı öznesi kayıp/gizli bağlantılar bütününü belirtir. Şair yaşarken yapayalnızdır, terk edilir, öldürülür, meslekten atılır. Yeryüzünün gördüğü en azınlıktaki yaratıktır. Sürgünde ve yokluk içinde ölen Keçecizade’nin suçu, görevi gereği devlete vermekle yükümlü olduğu layihada savaş aleyhtarı tutumudur. Nüktedan ve keskin zekâlı bir şairdir. Karşı çıktığı savaş, öngördüğü şekilde yenilgiyle sonuçlanmıştır. Ondan peşinen beklenen, belli ki zaten açılacak bir savaşa destek vermesidir. Açığa çıkaran olarak şair, bu bağışlanamaz suçun faili, çocuklarına acınarak idamdan yakayı sıyırmıştır. Keçeçizade de tıpkı zeki ve yetenekli birçok benzerleri gibi bir vanishing mediator’dür. [Kayıp bağlantı, bir gerçeği açığa çıkaran, eylemliliği, sürekliliği sağlayan, kendisi kaybolan bağlantı.]

Ben şiir kavramını çokluk ile tanımlayıp şairin azınlık kalarak çoğunluğa teslim olmaksızın verdiği yaşam ve şiir mücadelesini etkin bir mücadeleye dönüştüreceğimizi umuyorum. Günümüzde siyasi bir kavram olarak çokluk’u yığın, kitle, kalabalık, güruh anlamlarından özellikle uzak hatta tezat kullanan Hardt ve Negri’ye atıfta bulunabiliriz. Çokluk, onlara göre “etkin bir çokboyutluluktur ve bu yüzden otonomiyi ve nihayet demokrasiyi başarma yeteneğine sahiptir”. (15) Şiir kavramının toplam saygınlığı içinde şairler şiir kavramlarının, şiir dönemlerinin “kayıp uzlaştırıcılar”ı olarak güncelleniyorsa (benim yukarıda Keçecizade için yaptığım ve aşağıda Nesîmî için yapacağım gibi) bu şüphesiz şiirin –içerdiği binlerce bedenle birlikte– eylemliliği ile ilgilidir. Özgürleşmenin koşulu, şair olarak bir bir özgürleşmemizin koşulu; bu corpus’u, çoğunluğun salyasından uzak tutarak hem güncellemek hem ayırdetmektir hem de eylemliliğini –bizim şimdilik yaşayan bedenimizde– sürdürmesini sağlamaktır.

2.

Anekdot Gölpınarlı’dan: Nesimi’nin derisini yüzdürme fetvası veren müftü, Nesîmî yüzülürken sağ elinin şehadet parmağını sallayarak, bunun diyormuş, kanı da pistir. Bir uzva damlasa, o uzvun kesilmesi gerekir ve tam bu sırada Nesîmî’nin bir katre kanı, müftünün şehadet parmağına sıçramış. Meydanda bulunan hal ehli bir can: Müftü Efendi, demiş, fetvanıza göre parmağınızın kesilmesi lazım. Müftü, nesne gerekmez demiş, biraz suyla temizlenir. Bunu duyan Nesîmî, kanlar içinde:

Zāhidüñ bir parmağın kesseñ dönüp Hak’dan kaçar

Gör bu miskı̇̄n ‘āşıkı ser-pā soyarlar ağlamaz

Bu hikâyeyi duyduktan sonra, şiirin siyasetle dolambaçlı ilişkisi zihnimde büyük bir açıklığa kavuşmuştu. Dadaloğlu’nun “Dağlar bizimdir”ini buna ekledim. İyi şair, istediği kadar erk peşinde olmasın, alanları terk etsin, dağa çıksın, makam rütbe onlara bıraksın… yaptığı şiir, eğer bir gerçeği örtmekten çok açmaya hizmet ediyorsa insanları güdenlerin, yönlendirenlerin, yönetenlerin –bunlar isterse adil olsun– hesaplarını bozuyordur. Bugün iyi bir şair varsa ve başına bir bela gelmiyorsa üzerini açtığı hakikat, gürültü arasında atlanmış demektir. Veya hakikatin üzeri açılmıştır da kimse henüz o şifreyi çözmemiştir.

3.

Biz, şiiri bugün “etkili söz” olmanın ötesinde algılıyoruz; çünkü sözün etkisi mecralar tarafından yapıbozumla tersine çevrilmiştir. Şiirin etkili söz alanları sözde şairlerin de dev hizmetiyle hakikati tanınmaz hale getirmekle görevlidir. O zaman bugünkü ‘tehditkâr’ poetik alan, tam da sözde etkili söz’le tahkim edilen ve hak’tan kaçanların inşa ettiği yalancı özlere dönük olmalıdır.

Aslında doğrudan bugün “poetik olan”ı araştıralım, poetik olanın gerçekleştiği zaman ve uzam kendi tehlikesini ifade edecektir. Sapadaki, patikadaki, heterodoks olan. Minörün majör kültürde kendine açtığı delik, sıra dışı bir topoloji, bir tünel. Huzursuz, çoğu zaman çok da mantıklı –toplulukların makul görmediği– şekilde açıklanmayabilen bir otonomi isteği ile kendini gösteren taşkın, haritalanmamış, yönsüz bir arzu.

Müftü ve şair ikilisinin temsil ettiği durumlara bakalım.

Müftü maaşlı bir devlet memurudur. O günkü koşullarda kanunu duruma uygulayan kişidir. Bir tür içtihat yetkisi vardır. Muhtemelen kanunun da maksadını aşarak –belki de işgüzarca– şaire ölüm hükmünü verir.

Şair (bu örnekte Nesîmî) Bursalı Şeyh Üftade’nin sözleriyle aktarırsak “Hakikati güzel anlamış, fakat gizlenmesi lazım gelen bazı şeyleri açığa çıkarmış,” (Mehmet Ali Aynî’den aktaran Ayan, s. 6) olandır.

Açığa çıkaran olarak şair açıkta, dımdızlak ölümüne hükmedilendir.

Dünyayı çağlar boyu devriye gezen majör hayalet, her türlü pasaporta ve geçiş belgesine sahip bu dehşet öznesi, müftünün bedeninde hulul edip ağına takılan bir “tek” adamı, güzel ve nağmeli sözlerin sahibini –iletişim mümkünken kurmayıp– linç etmiştir, azap çektirmiştir, –inanılır gibi değil ama– öl-dü-re-bil-miş-tir.

4.

Gizlenmesi gereken şeylerin ne olduğuna dair bazı farklı rivayetler var. Bunların detayına girmeden kesin kabul edilmiş bilgiden yola çıkalım: Hurufîlik.

Hurufilik Nesimi’den önce de yüzlerce ölüme sebep olmuştur. Harfler ve sayıları yücelten ve geçmişi tılsıma dayanan bir harekettir.

Büyüsellik, harflerin karizması, şiirle ortaya çıkan –kökeni dinî bile olsa, kişiselleşerek insana dayanmış– beşerî hakikat; büyük anlatıları tedirgin etmiş, büyük anlatılar yoluyla devletler idare edenleri, hüküm sürenleri önlem almaya zorlamıştır. Anahtar sözcüğümüz “büyük”tür. Büyük olan, sürdürendir, yok edendir, sevk ve idare eder, birleşiktir, ortodokstur, mutlak doğru yol ona göre kendisidir, kendini tartışmaya açmaz, yaslandığı değerlerden herhangi birinin tartışmaya açılması ihtimali bile “büyük”ü dehşete sürükler. Bir şaire “zındık” der ve onun “viral” saydığı bedenini/dehasını yok ederek kendi büyüklüğünü idame ettirir. Tarihi yazan el, ne yazık ki, kaide olarak mühürlere sahip olanlara boyun eğiyor.

Harflerin etki gücüne inanan Hurûfîler “dervîşân-ı helâl-hôr ve râst-gûy” (helâl yiyen ve doğru söyleyenin dervişleri) diye tanınırlar. Doğru söz, tarihsel olarak tarihi yazan ortodoks’un malı gibi dururken pratikte/yaşantıda tam da karşıtı olan heterodoks’un eylemidir, bu örnekte şairin.

Postmodern dönemde artık idamlar yoktur, doğrudan adlar, sanlar öldürülür. Giyotinler ve insan kasaplığı, kazığa bağlanmalar geride bırakılmıştır. Şölene çevrilen cezalar birçok coğrafyada adım adım terk edilmiştir. Hapishanenin Doğuşu’nda Foucault ceza uygulamalarının “edepli” hale gelişinden söz eder. Hedef, artık olabildiğince bedene dokunmamak ve cezayı keserken bedende bedenin kendisi olmayan bir şeye erişmektir. Postmodern dönemde ceza kesimi de artık “yetkili” bir kişide değil doğrudan çoğunluğun uhdesindedir.

Bugün adları öldürmede kullanılan yöntemlerden biri linçtir. Linç, çoğunluğun etkili bir silahıdır ve faili de belirsiz kalabilir. Artık hüküm uygulamada müftüye gerek duyulmayacaktır. Fakat her “kurban” için çekmecede çeşitli mecelleler mevcuttur.

Diğer önemli yöntem sessizliktir. Adları uzlaşılmış sessizleşme yoluyla öldürür. Ad öldürücülüğünün üçüncü yolu kültürel süperegonun şahsı kendisine dahil olmaya ikna etmesidir. Bu uygulamada yaygın kültür araçları kullanılır. Bir yayınevi masumdur ve şiire müthiş hizmet ederken başka bir yayınevinin misyonu karşı-hizmettir ve şairin adını öldürmeye yönelik iş görür. Genelde bu yol, linç ve sessizlikten önce devreye sokulur. Toparlarsak 1. kültürel süperego içinde eritilmek 2.linç 3.sessizlik, başlıca postmodern ad öldürme yollarıdır.

Peki, ana akım tarihte mühürlere boyun eğiliyor da başka bir tarih yazılmıyor mu? Satır aralarını okuyanlar bunları kayda geçirmiyor mu? Küçük tarihler, tarihçeler ne âlemde? Kayıp uzlaştırıcılar, bu postmodern iyi figür, her dönemde sağ kalan gözlemci, elbette tarih düşüyor ve böylece linçten kurtulan şair, sessizlikten de yakayı sıyırabildiyse yeni yazınsal dünyanın olabilirlik koşuluna dönüşüyor.

5.

Anlam yoktur, analar vardır, anlam arayışı vardır. Buradan doğarak iletişim yoktur. Konuşma çabası, bu imkânsız çaba, anlam arayışı ile bağlantılıdır. Şiir, iletişimin bittiği yerde başlar. İletişim, hayvanların anlaştığı kadar mümkündür. Ötesi yanlış anlamalardan mürekkep bir zincirleme kazadır. Biz toplumsal insanlar, zincirleme iletişim kazalarına karşı anlayışlı olmamıza iyi iletişim diyoruz. Kesin olarak klişelerle ifade edilmiş ve kesin olarak anlamı konusunda üzerine anlaşmaya varılmış birçok anlamı ve sembolü, ortaklaşa bir havuzdan çekip çekip kullanan topluluklara iyi iletişim kurabiliyor diyoruz. Bayram gibi törenler, tapınma türündeki eylemler böyledir. İster pagan isterse tek Tanrılı dinlere dair olsun sözcükler, kendi yerlerinde kaimdir. Bu ise ideal anlamıyla iletişim değildir. Bir tür mevzuattır, iletilecek anlamlar için toplaşılıp anlaşılmıştır. Hukuk dili de böyle doğar. Benzer ana kaynaklardan türeyip benzer ana diller altında insanlar –çok da sorgulamaksızın– kaynaşır ve anlaşırlar. Toplumsal hayat, insanlara yalnız olmadıklarını bilecekleri kadar rahatlatıcı bir dilsel –olduğuna inandırılan– atmosfer sunar. Oysa toplumsal hayatta dil, mevzuat içinde hareketsizce donup kalmıştır. Fakat yine de hayat çok zengindir ve kayda geçmeyen konuşmalarla doludur. Şairin kayıt cihazı mevzuat ile –iletişim iddiası olmayan– deli saçmalarını, nazik kalıplarla –iletişim iddiası olmayan– argoyu yan yana iç içe zaptedebilir. Sonrası ona kalmıştır. Örneğin Ece Ayhan delinin, çocuğun ve Melahat’lerin heterodoks sesini duymuştur, duyurmuştur.

Diller, yanlış anlamaları gündelik hayatın değirmeni içinde öğütürler, nükleer felakete bile sebep olsa –ki bu vakidir– dilsel yanlış anlama, gündelik hayatın yaşantısal doğruluğu –verili ortodoksluğu– içinde eriyip gider. Hayat, ölümleri doğumlara ular, onun örtmeyeceği ceset, yok etmeyeceği pislik yoktur.

Çoğunluğun birtakım değerleri, kendisine taşımak üzere buyurduğu cümlelere raylı sistem diyebiliriz. İletişim kazasına yol açmayacak şekilde aynı raylar üzerinde gidip gelirler. Toplumda raylı sistem üzerinde sürüp giden bir hayat vardır. İstasyonlar bu ana yol üzerindedir. Dakikasında hep aynı yerde olan bir vagon olarak ana dil, sağladığı bütün imkânlarla birlikte mensuplarını kendisine sağır da etmiştir. Üyeler aslında anlaşıyor gibi dururken bile duymaz, yakıştırırlar.

Ana yol, ana dil, ana akım, ana vatan, kısacası “analık” kutsallığına bürünen her değer; bir babanın (iktidarın) ve uzantısı olan sembollerin meşrulaştırıcısı ve zemini olur. İsterse niyeti bu olmasın. İnanç birlikleri, millî egemenlikler böylece –ne kadar kötülüğe sebep olursa olsun sorgulanmayacak şekilde– kendi teodiselerini direnç görmeksizin kurarlar.

Peki bu zeminde ve bu durumda ne yapmak gerekir? Saflığa karşı melezleştirmek, türleri karıştırmak, dilleri karşılaştırmak, alt-dilleri, başka-dilleri araştırmak, “sorgulanamaz” buyruğu varsa sorgulamak, “muteber” kılınmışın hikmetini sormak, bir şeyin saygınlığı zedelenmişse gidip yerinde bakmak, ittifakları bozmak, mitleri soymak, aşkınlıkları ve temsilleri –kendi keyiflerince değil– bizim rızamız dahilinde içeri almak… bazı alternatif yollardır.

 

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paylaş
Bağlantıyı kopyala