Gece Görüşlü Nerval[1]
Robert Meyrat’ya
Bütün varlıklar için gece kendine hâkim olan insanın sabahladığı gündüzdür; onlar için sabahlama, uzgörü sahibi yalnız insan için gecedir sadece.
Bhagavad-Gîtâ, II, 69
Öyleyse birileri beni gözetliyordu! Bu dünyada yalnız değildim. Sadece fantezim sayesinde inanabileceğim bir dünya! Hayattan tiksinenlerin, kendilerinin söylediği gibi, toplumun güçsüzlerinin bu değerli sığınağı, kaçkınların bu rahat barınağı! Ama ben bu dille konuşulduğunda pek gülüyorum. Evet, elbette, ben bunu biliyordum, bu dünyanın kalabalık olduğunun, içinde bir yığın insan bulunduğunun, kocaman bir ironik gözün ona hükmettiğinin, aydınlatmayan ama gören güneşin yani, kör ve ışık saçan gündüz güneşinin aksine, sessizlikte, insanın kapris ve mükemmel yalnızlıkla inşa edildiğine inanmak istediği bu gecegil alana ardına kadar açık bir gözün güldüğünün her zaman farkında oldum. Bunu daima biliyorum, gerçek bu, söylemeye gerek yok, ne zaman ki Aurélia’yı yeniden okusam, yeni bir katiyet şoku karnımın boşluğunda bana bir kalp gözü açıyor. Öyleyse birileri beni gözetliyordu! Bu dünyada yalnız değildim. Nerval de buraya geldiğine göre, bu dünyada yaşadığım ve hatta sıklıkla yaşamış olduğum şeyi bana anlattığına göre.
Hayatımın ilk yıllarının en eski, en zengin hatıraları rüyalarımla ilgili hatıralardır. O gün bu gündür, uykularım beni, uyanıklık durumunun olaylarla uğraşlarının yansımaları ve pişmanlıkların ve arzuların taklide dayalı temsilleri halindeki hafif rüyaların ara bölgesini geçtikten sonra, belirli dönemlerde, aynı ülkeye götürür. Görüp tanıdığım kesinlikle aynı ülke olur: aynı Şehir, aynı Köy, aynı Kasabalar, aynı Saray, Cephaneliği, iki Tiyatrosu, Müzesi ile; yeterince belirgin bir planını çizebildim. Ama özellikle, orada yaşanılan hayat, orada sonsuza dek oynanan oyun ya da komedi, simgeciliğin sıkı yasalarına göre bazı hareketlerin kazandığı kesin ve değişmez anlam, orada böyle belirli eylemlere atfedilmiş olan ciddiyet ve ölümcül karakter, sadece bütün bu saydıklarım tanıklık ettiğim bu gerçeği ifade etmeye imkan tanır: Hayalin dünyası -ve dünya derken ben olmadığımı dile getirdiğim şeyi duyarlı sezgi sayesinde bilmenin özel biçimini, yani, son çare olarak, bilincimin temsillerin bireşimi olarak düşünülen belirli bir durumunu kastediyorum– bu dünya evrenseldir; yani hem “a priori” olarak her insan zihni için ortaktır, hem de bir evren, daha doğrusu Evren’in bir boyutunu oluşturur; ya da yine: evrensel bir zorunluluk tarafından yönetilir; rastlantının, olasının, uyanıklık dünyasından sürülmüş kaprisin ayrıcalıklı sığınağı değildir; sorumsuzluğun sığınma yeri değildir, çünkü bu rüya dünyasında en ufak hareket, rüya göreni, ciddi bir biçimde hayalet varlığına ve bazen de etten kemikten varlığa davet eder.
Bütün bunlarda, insanların güzel hayallerden, gizeme duyulan belli belirsiz bir zevkten, doğaüstü olan hakkında kolay saçmalıklardan başka bir şey görmelerini engellemek için, kişisel tecrübemi hemen ortaya koymak ve buna cesareti olan herkese deneysel bir doğrulama olanağı tanıyacak tarifi vermek istiyorum. Birkaç yıl önce, Robert Meyer adlı arkadaşımla geceleri buluştuğum gerçek bir dünya bu. Bir taşra kasabasının ıssız sokaklarından kaçmak ve olağanüstü maceralar yaşamak için ailece oturduğumuz evin parmaklıklarını tırmanmamıza gerek yoktu. İşte, bedenimden çıkmak için bulduğum yol bu idi (o zamandan beri okült bilimin bunu çok eskiden beri uyguladığını öğrendim): Akşamları herkes gibi yatağa giriyor, her bir kası bütünüyle kendi haline bırakmaya özen göstererek bütün kaslarımı dikkatle rahat bırakıyor bütün bedenim bana yabancı felç olmuş bir kas kütlesine dönüşünceye kadar, düzenli bir şekilde uzunca ve derin derin nefes alıyordum. Daha sonra kalkıp giyindiğimi hayal ediyordum -işte bu noktada bana öykünmek isteyenlerden, kesinlikle, olağanüstü bir cesaret ve dikkat gücü istiyorum- her hareketi en küçük ayrıntısına varıncaya kadar ve öylesine şaşmazlıkla hayal ediyordum ki bir ayakkabıyı giyme eylemini tam olarak bedensel hayatta giyerken harcayacağım zamanla aynı sürede hayal etmek zorunda kalıyordum. İtiraf etmem gerekir ki her akşam yatağımın kenarına oturabilmem için bile bazen bir haftalık nafile bir çaba harcamam gerekiyordu ve bu tür alıştırmaların neden olduğu yorgunluk bu çalışmalara uzun süre boyunca ara vermek zorunda bırakıyordu beni. Sebat edecek gücüm olsa da fırlatıldığım an er ya da geç geliyordu. Dışarıdan bakıldığında uyuyordum. Aslına bakılırsa, çaba göstermenden geziniyordum, -hatta ölü olduğunu hatırlayanların çok iyi bildiği o umutsuz rahatlıkla- yürüyordum ve aynı zamanda hareketsiz olarak kendimi şehrin hiç bilmediğim mahallerinde yürürken görüyordum, Meyrat da benim yanımda yürüyordu. Ertesi gün, güpegündüz Gilbert-Lecomte ve Vailland ile buluşuyor ve onlara gecesel gezintimizi anlatıyorduk.
Biri bu hikâyeye gülerse bunda ben kötü niyet ararım. Buna gülmek, o zamanlar hepimizin gece ve gündüz, uyur ya da uyanık, oynamaya karar verdiğimiz bu ölüm oyununa, rüyamızda sürüp giden ve belki de kurbanlar vermeye devam eden bu oyuna gülmek. Önce küçük tarifimi deneyelim. Robert Meyrat rüyalarımıza musallat oluyordu. Onun için bu gece buluşmaları olmadan ya da en azından her birimize aralıksız yaptığı bu ziyaretler olmadan dostluk mümkün değildi. Onu kabul edip etmeyeceğimizi merak ederek, -kelimelerimi tartarak, yavaşça, sakince yazıyorum- bir akşam hepimizi inatla kapalı bulsaydı, eğer hayaleti, çok acımasız bir şokla uyuyan derisine kalıp gibi oturmak amacıyla geri dönmek için hareketsiz mumyalarımız üzerinden zıplamaya gelmiş olsaydı, ertesi gün ölebilecek bir ruh hali içinde yapıyordu bu ziyaretleri. (Yine de bir gün ne oldu dersiniz? Ne her birimize sırasıyla yaptığın ziyaretlerde seni buyur edip etmediğimizi ne de hangi kazanın meydana geldiğini bize söyledin; hiçbir zaman söylemedin bunu -hangi karabasan kavşağında?- neden birdenbire akranın olan insanları korkutmaya, onlara ağzının ve dişlerinin kanıyla görünmeye son verdin? Vampir yiyeceğinden yoksun mu kalmıştın -bir kez daha kelimelerimi tartıyorum…- ve bu besinden mahrum kalınca insana mı dönüşecektin? -Saçma ve anlaşılmaz ayrılığımıza neden olan dramın senin hiç de yabancısı olmadığın bu dünyada oynanması gerekiyordu- hala öyle misin?)
Bocalamış olabilirim, doğru bu, bazen beni artık bulamadığın bu ülkedeki görevlerimizin ve mücadelelerimizin bilincini yitirmiş de olabilirim. Ama orayı şimdi terk etmiş olabilir misin? Ben oraya sık sık geri döndüm. Orada Gérard de Nerval’in izini sürdüm, kendi gözlerimle gördüğüm manzaraları onun gözleriyle de gördüm. Halk bahçesinde beynimi uçurduğun o günü hatırlıyor musun? Ayrılacağımdan emindim ve kendimin de şaşırdığı bir kolaylıkla dünyayı yüzüstü bırakmıştım. Bekleyişin yüzyıllık son saniyesinde, son çanların uğultusunda rüyalarımdan tanıdık bir görüntü belirdi. Bunlar, zirvesi görkemli bir tepeye tırmanan devasa mermer basamaklardı. Çoğu zaman yontulmuş garip kayalar, sürüngen bitkiler ya da korkunç doğanın kurnazca diğer oyunları tırmanışımı engellemişti. Bu defa başarmak zorundaydım! Işıldayan merdiven, dünya halinde kemer gibi bükülmüş ışığın devasa tavanına kadar tırmanıyordu, ama özgür ve parıltılı! Beni aldattığını, bunun kandırmaca bir ayrılık olduğunu anladığımda nasıl yere yuvarlanıp kıvrandığımı hatırlıyor musun, hatta “iyi bir şaka” olsaydı seni affedebilirdim, ama anladım ki bu ne yazık ki o gün için henüz öyle değildi.”?
Yaklaşık üç yıl sonra Aurélia’yı ilk defa okuduğumda ne büyük bir kararsızlık yaşadım. Nerval bu ülkeyi uzun tecrübesiyle biliyordu, sonsuz merdivenlerle kesilen sayısız dehlizleriyle o şatoyu biliyordu. Kanımın kanını tanımamı sağlayan o çılgın kesinliği böyle basit betimlemelerle açıklayabilir miyim bilemiyorum:
“…Koşuşturan gezginlerle dolu kocaman merdivenleri olan bir çeşit han;
“…Uzun koridorlarında birçok kez yolumu yitirdim…” ve son olduğuna inandığım görüde, nasıl kanıtlayabilirim, Merdivenden bana söylenen sessiz sözün, kalbimin atışından emin olduğumdan daha eminken ve gözlerimde o sert kesinliğin kanı varken, Nerval’in işittiği aynı söz olduğunu nasıl kanıtlayabilirim, -“ bir kuledeydim (diyor ama konuşan da benim), kara tarafından o kadar derin ve gökyüzü tarafından o kadar yüksek bir kuleydi ki bütün varlığım inip çıkmaktan tükenmiş olmalıydı…”- Evet: “O bana söylüyor:” (O kadın bana söylüyor: rüyalarımın ilahi varlığı…”!) “Geçmek zorunda olduğun deneyim sona erdi; inip tırmanmakta kendini helak ettiğin bu sayısız merdivenler düşünceni güç duruma sokan eski yanılsamalarının bağlarıdır bizzat.”
Muhtemelen bundan üç yıl sonraydı, kuşkusuz hayatım boyunca kendi çevremde dönen ve çıplak gerçekliğimin yalınlığını giderek yakından saracak ve kuşatacak birçok sayfa kaleme alacağım. Ama, asla, hayır, elimden çıkmış hiçbir kitap tam da bu denli kanımın rengini taşımayacak, hiçbir kitap Aurélia kadar böylesine içtenlikle benim kitabım olmayacak.
Sadece deneyim bana kişisel tanıklığımın edebiyattan başka bir şey olarak sayılıp sayılmayacağını öğretecek ve bazı okuyucuları bu tür deneyimlerin gerçekliğine ikna edecek. Başka yetki sahibi kişilerin adını anmadan önce, yine de ben gördüğümü, Nerval’in gördükleri gibi; bir kez daha açıklamaya can atıyorum.
Aynı Kadının bizi beklediği ve durmadan kaybolduğum merdiven ve koridorlarla dolu Saray, kaç yüzyıldır?
Kule, Şato ve ölülerin Esrarengiz Şehri;[2]
Güneşsiz Ülkeyi gördüm ve Aurélia’da: “Herkes bilir ki, sık sık çok canlı bir parlaklık sızsa da, rüyada asla güneş görmeyiz. Nesneler ve gövdeler kendiliğinden aydınlıktır…”[3] cümlelerini okuduğumda Rüyayı içindeki gizi anladığını iddia ederek, herhangi bir fizik yasasından daha yüksek olan bu yasanın evrensel değerinin kesinliği ile ruhsal ve bedensel olarak çarpılmayan birini sahtekâr olarak görmem gerektiğini bilirim. Rüyalarda ışığın tüm formlara içkin olması, uyanıklık durumunda ise deyim yerindeyse aşkın ve kendi gecesine bırakılmış formlardan ayrı bir ışıktan kaynaklanması, -burada sizi kafa yormaya davet ediyorum, bu nadir fırsattan iyi yararlanalım- rüyada ve uyanıklık durumlarında şeyleri düşünme biçiminin ne bakımdan değişiklik gösterdiğini mükemmel bir şekilde açıklar;
“Sonsuzca uzanan gergin bir telin üzerinde kaydığımı hissediyordum” cümlesini okuduğumda, bu telin, tellerin kendisinden ziyade, birbirine çok yaklaştırılmış iki telgraf telini ayıran boşluğa benzeyen uzamın çelik gibi sağlam bir damarı, yalnızca boğaza doğru yerleştirilmiş bir organ tarafından hissedilebilen esnek olmayan bir iç sıkıntısı doğrultusu olduğunu çok iyi biliyorum. Çocukluk rüyalarımda bu teller boyunca kaydığım yer boğazımdı ve birkaç gün sonra da anjine yakalandım. (Bunun, fenomene hemen fizyolojik bir açıklama(!) getirdiğini biliyorum, ama neden ve sonucun yer değiştirmesini kabul etmiyorum, oysa, rüyamın şiddetli heyecanının beni vücudumun bu bölgesine odakladığı aşırı dikkatin neden olduğu kan akımından dolayı boğaz bölgesindeki tıkanıklık, ağzın arkasındaki mukoza zarlarının atmosferde hala yüzen patojenik mikroplara karşı artan hassasiyetini yeterince açıklamaktadır);
ve şu cümleler: “Uyandığımda kulağıma bir tür gizemli koro geldi; çocuk sesleri toplu halde yineleyip duruyordu şu sözleri: İsa! İsa! İsa!… Yandaki kilisede (Notre-Dane-des-Victoires) İsa’yı yardıma çağırmak için çok sayıda çocuğu topladıklarını düşündüm.”[4] Uykuya dalmadan önce kaç kez bu çocuk şarkılarını işittim- ve onların kederlerini. Bu kederi şimdi daha iyi anlıyorum, çünkü şarkıyla anlattıkları şey ölülerin gecesiydi yardıma çağırdıkları şeyse umutsuz bir uçurumdu: “Ama artık İsa yok! diyordum, ama onlar bunu henüz bilmiyorlar!”;
ve “dünyanın çevresini kuşatan yılan”, altı yıl önce, güpegündüz, sokağın tam ortasında, onun kafasının, Naja[5]’nın kafasının, azar azar güneşi yemek ve onun yerini almak, böylece “Kara Güneş”e dönüşmek için, korkutucu bir soğukkanlılıkla çatıların üstünde yükseldiğini gördüm;
ve sürekli tekrarlanan bu oyun! sizin adınıza, elinizden hiçbir şey gelmeden, hareket eden, hayatınızın ateşini ve öfkenizin güçsüzlüğünü çalan bu Çift[6]‘in mevcudiyeti! Rüyadaki birkaç saniyemi (kuşkusuz), bu aylar demekti, geçirdiğim ölüler ülkesinde, oraya geldiğim için ben de öfkelenmek istemiştim; henüz farkında değildim, en küçük hareketin umutsuzluk verici zahmetsizliği (Meşe ağacından yapılmış gösterişli devasa bir kapıyı, tereyağından kıl çeker gibi, menteşelerinden sökmüştüm) diğer ölülerin ölümcül ironik gülümsemesi ve efendinin yüzünün amansız nezaketi elimi kolumu bağlıyordu. Nerval, “Güçsüzlüğümle alay etmek için insanlar başıma üşüşüyordu” cümlesini, ki çok sade bir cümle, söylediğinde benimle birlikte acaba kaç insan hangi hıçkırıklarını bastırması gerektiğinin farkında?
Burada başka birçok tanığın daha adını anabilirdim. Öncelikle, başıma gelenlerin, yaşadıklarımın hemen hemen hepsini bilen Gilbert-Lecomte. Hemen ilk karşılaşmamızdan itibaren, ortak hatıralarımızın binlercesini deşerek, onunla çok çabuk kaynaştık. Dehlizli Şato’yu, ölüler Şehri’nin labirentlerini ve her şeyden önce hangi ışığın- güneşsiz ışık elbette, (Başkalarının “incili ışık” olarak adlandırdığını duymadan önce böyle adlandırıyordum) oraya hâkim olduğunu biliyordu; o gün bu gündür bunun “astral[7] ışık” olduğunu öğrendim; Gilbert-Lecomte Merdivenler’i ve Yılan’ı, çocukların koro halinde söyledikleri şarkıyı ve boğazdelen yıldız ışınlarını biliyordu…
Ama bu kadar referansla yetinmeyeceğim; sevdiğim bütün şairlerin adını anmam gerekecek.
Mısır Uygarlığı’nın Ölüler Kitabı, Hindistan’ın kutsal kitapları, Zohar[8], okültizm, folklor, “ilkel zihniyet”, rüyalar dünyasına (veya astral dünyaya) ilişkin olağanüstü derecede kapsamlı ve tutarlı bir bilim içerirler, bu metinlerde ben Nerval’in her rüyetinin, her deneyiminin bir karşılığını buluyorum. Beni Swedenborg tarzı sayfalara götürmek isteyecek kalemimi geri çekiyor ve şöyle böyle alıntılıyorum:
Bir kez daha Nerval’i Yıldız[9]’a götüren aralarında Işın[10]’ın da bulunduğu bu Astral Uzamın Yolları[11], bütün bunlar, mikrokozmoz içinde, Hint felsefesinin astral atardamarları olan nadis’lere tekabül ediyor. “…Kendilik[12] yüz bir patikanın başlangıç yeridir; herkeste yüz tane vardır ve bunların her birinde de yetmiş iki bin kol vardır. Hepsinde de onların içine işlemiş hayat dolaşır, Yüz birinci yoldan, yükselen hayat, saf bir şekilde yükselmişse eğer, saf ikametgaha götürür, vb.[13]
Nerval’in bir tılsımı uyguladığı Ensedeki Nokta, bunu şu şekilde anlatıyor: “Bana göre bu nokta, bir gün önce gördüğüm yıldızdan dökülen bir ışının zenitle ve benimle örtüştüğü anda ruhumun çıkabileceği noktaydı.”[14] Bu nokta “Brahma’nın deliği”, “yüz birinci yol”a geçiş noktası ya da “güneş ışını” ile eşdeğerdir. (Bknz. Chândogya Upanishad, VIII, 6, 5; Aitareya Upanishad, I, 3, 12, vb.)
Evrensel geleneğin Yeraltı Krallığı[15] (Aurélia, bütünü, Agarttha[16] ile ilgili Tibet efsaneleri)
Temel Elementler[17]: Dives, Peris, Ondins, Salamanders, Afrites (sonuncusu kabalistlerin[18] Cücelerine[19] karşılık gelir.
Büyükbaba’nın, sesini kullanarak konuştuğu Kuş[20]; burada, ilkel totemcilikle ilgili zorunlu yakınlık kurmak zar zor yararlı olur; zaten Nerval’in ‘astral’deki ölülerin durumu, yani ikili yaşam hakkındaki ifşaatları, ilkellerin ahiret hakkındaki düşünceleriyle (bkz. Lévy-Bruhl), Mısırlılarınkiyle ve benim bizzat kendi gördüklerimle birebir örtüşmektedir.
Kürelerin Ahengi[21] (bunun basit bir retorik figür olmadığını bilmek gerekir), Kanatlı Lama[22]; duyarsız maddeye nüfuz eden ateşin Kheroubimi (ateş-su ve ya anne-baba, ve ya Iod-Hé, veya fallus-pubis, veya sülfür-civa çifti vb. bütün okült geleneklerde yaratılışın diyalektik itici gücü ve düğümü olarak bilinir) Evrensel Tarihin Ölüler Çukuru, “Eloïm”ler’in Antlaşması, Dünyanın Paylaşımı, Canavarca Yaradılış, Irkların Evrimi, Lanetli Ruhçağırıcılar[23], parçaları “kılıçla parçalanıp,… ayrılmış ama harcı insan kanıyla karılmış iğrenç bir öpücükle yeniden birleşen”[24] Dünyayı Kuşatan Yılan’a atfedilmiş Son Bağışlama[25]: her insanın yapmak zorunda olduğu bu keşfin korkunç bilinçliliği: “Bana göre sayıların genel sıralamasına bir hata karışmıştı[26]“, Kozmosun deli reformcuları, bilinmeyen metaller[27], …ama Aurélia’yı baştan sona kopya etmem gerekecek; ben sadece insanların gözlerine açıkça görünen şeyi, bu kitaptaki hiçbir şeyin rastlantısal ya da hayali olmadığını, kaprisin bunda hiçbir rolü olmadığını ve Nerval’in her ifadesinin, her tanımının, her açıklamasının tüm çağların inisiyelerinin[28] ve kâhinlerinin muazzam bilgisinde binlerce kez bulunabileceğini bilmelerini istiyorum. Nerval’in rüyalarını masonlar, kabala, hermetizm, Pisagorculuk, büyü, teozofi, Hindistan, İran, Keldani felsefeleri ve kozmogonileri, astroloji, Cermen efsaneleri ve benzerleri hakkındaki engin bilgisi ve okumalarına dayanarak “açıklamak” nafile bir çaba olurdu. Bu bilim, prensip olarak gözlerinin arasına kaydedilmiş, yerleştirilmiş olduğu içindir ki, hayatı boyunca onun tezahürlerini arama ihtiyacına saplanıp kalmıştır; aksi takdirde, rüyalarına neden bu kadar dramatik bir şekilde hâkim olduğunun açıklanamazdı.
Nerval, kanayan bir kalbin acı çektiğini duymaktan aciz, yalnızca canlı cenaze İnsanlığın, şair, pençesiyle karnından yıldızlara çivilenmiş İlk Et’in bu pıt pıt atan parçasının hıçkırıkları karşısında ürperme gücü olmayan, insan içine hapsolmuş bir adamın bu aptallığına önceden yanıt verdi. Ondan bir Katolik[29] yapmaya çalışan -aptalca berbat- iğrenç girişimlere nasıl da karşılık verdi. Ölü şairlerle ilgili olarak sineklerin ve solucanların işlevi konusunda uzmanlaşmış, bu tür doktorların iğrenç açıklamasına, hastalıkla, dengesizlikle, paranoyayla, delilikle nihayet, nasıl da yanıt verdi: “Bilmem niçin sayrılık sözcüğünü kullandım, aslında hayalleri, rüyaları yaşadığım o anlar kendimi en iyi duyumsadığım anlardı. Bazen gücümün ve etkinliğimin bir kat daha arttığına inanırdım, her şeyi biliyor, anlıyormuşum gibi gelirdi bana, sonsuz zevkler, sonsuz mutluluklar taşırdı düşler. Akıl denen şeyin üstü örtüldüğünde, onları yitirdik diye hayıflanmak gerekir mi?”[30]
“Dünya” derken ne anlamamız gerektiğini yukarıda açıklamıştım. İnsan, “ruhsal dünyasının” ilkel kaosundan “bu ben değilim” diyerek dünyanın farklı düzlemlerini ortaya çıkarır. Yok sayılan nesne özel şartlarda olumsuzlama eyleminden başka bir şey ifade etmediği için, var olan her şey düşüncenin gelişiminin sembolüdür. Oysa, inkar etmeyi bırakmak uyumaktır; genellikle insan duyumlarından uzaklaşmayı bıraktığında uyur; rüya aleminin ham maddesini oluşturan şey onda ortaya çıkmamış olarak kalır; fiziksel dünyada uykuya dalmış bazı insanlar (yani fiziksel dünya ile kendileri arasında uyumu sağlamış olan, dış dünyanın saçma varlığından dolayı, dayanılmaz bir dengesizlik, dolayısıyla da hareket yaratan ayrılıktan sonra özdeşliğe geri dönen insanlar), evrenin bir kipliğinin oluşumuna yol açan bir dizi olumsuzlamayı yedinden başlatarak rüya aleminde uyanırlar; ve tekrar bu dünya karşısında, onunla özdeş olmaya, bireyin kendine özgü varlığını çözmesi gereken uyumu gerçekleştirmeye çalışacaklar. Sonunda bu açıklamalar, birbirini izleyen bu ince ayarlar yoluyla, zihin Var Olan ile bilinçli ve kesin bir özdeşliğe ulaşır. Hintlilere göre, Kendilik üç koşul altında, kendisinin kendisiyle özdeş olduğunu düşünür: uyanıklık, rüya ve derin uyku; sonuncusu en üst derecede özdeşliğe tekabül eder. (Beyaz-kurtçuk-psikolojisi ve saçma soruları için, eklemeye tenezzül ediyorum: “bilincim”, dediğinizde, sahip olan ve sahip olunan kimdir? “derin uykuda, bilinçsizim ben” dediğinizde, “ben” ne anlama gelir? Uyuduktan sonra, uyku bilincimi hatırladığımı nasıl söyleyebileceğim, eğer ben, benim ve benim bilincim özdeş değillerse. Doğruyu söylemek gerekirse, problem bu terimleri özdeş kılmaktan ibaret.) İşte Nerval’in iddiası mümkün olduğunca öz bir şekilde doğrulanmaktadır. Aynı değerlendirmeler rüyayı uyanıklık hayatına bağlayan sembolizmi mükemmel bir biçimde açıklamaktadır (her iki durumda da, tek gerçek, verili ve dolayısıyla tezahürlerine zorunlu bir evrensellik niteliği veren bir bireysel bütünün merkezinde, daima tamamlanmış bir bilinç eylemi olduğuna göre); söz konusu değerlendirmeler “gerçek yaşamda rüyaya olan eğilimi” de açıklıyor ve Nerval’e bir yüzüğü feda ederek Tufan’ı savuşturmasını (düşünün bi kere) sağlayan sihir yeteneğinde olduğu gibi sihir gücünün kullanılmasına olanak tanıyor.
Ama bütün bunları biliyordu! “Bu mistik kapıları” zorlamaya karar vermişti. “Uyku hayatımızın üçte birini kaplıyor” (bu hiçbir zaman yeterince tekrar edilmeyecek); “birkaç dakikalık gevşemenin ardından, zaman ve mekânın koşullarından kurtulup kuşkusuz ölümden sonra bizi bekleyen yaşam misali yeni bir yaşam başlar[31]”. Ölümden sonra çift olma durumu hemen parça parça yaşanan bu yaşamla birlikte gerçekleşse de bu benim için hem metafizik kesinlik hem de bir deneyim.
Aurélia! Aurélia’dan söz ediyorum yazdığım her kelimede kalemimi oynatıp dursa da henüz O’ndan söz etmedim. O, İncili Işık içinde, “bir bedenin düşmesiyle hareketlenen suyun oluşturduğu dalgalar gibi, sonsuzlukta devasa daireler oluşurken”, “gülümseyerek çeşitli görünümlerinin[32] kaçak maskelerini fırlatıyor, sonunda Asya göğünün gizemli[33] görkemlerine sığınıyordu[34]”. O, mermer merdivenlerin basamaklarının tepesinde, O, “bir başka gece, bilmem hangi sarayda yatmıştı ve ben ona ulaşamıyordum”. Sürekli değişen maskelerinin arkasında O, fizik dünyanın karanlık perdesinden gelen peçeleri arkasında, giderek daha parlaklaşan kıyafetlerin arasından geçerek –Gizemli Şehir’de oturanların kıyafetlerinde gördüğümüz gibi- Benim O olacağım göz kamaştırıcı çıplaklığa doğru gidiyor, O, tüm aşkın yegâne nesnesi. Rüyanın yolcularının apaçık onu düşündüğü güneşsiz günün ötesinde, ölümün kısır kamer aylarının ötesinde, O, yani sonsuz Derin Uyku’nun ve ele geçirilmiş boşluğu olmayan bir nokta halindeki ebedi anın içine muazzam bir şekilde uzanmış olan özdeş -kanlı yoldan sonra, açık dizlerin kana boyadığı çöllerdeki izlerden sonra, dipsiz kara bataklıkları boydan boya geçtikten sonra, işkencelerde çırpınarak kasılıp kalmış nice insan yığınlarından sonra, o olacak o! O, Vadinin Ruhu, Kapı olan Esrarengiz Ana- bunu biliyordu, Yaşlı-Çocuk[35], O, Babil’de de adı Yıldız’dı. İştar, göksel adı onun, onu tapan adam içinse Mami. “Ayaklarının altında bir çark dönüyordu ve tanrılar ona eşlik ediyorlardı…” Aurélia’ydı bu, İsis’ti -geçmiş yüzyıllar boyunca, benimkinde olduğu gibi, senin zihninde de Nerval, toplu olarak yaşayan yüzyıllar boyunca, çileli imgesinin “öldüğü, ağladığı veya acı çektiği” ebedi Ana- çünkü onu görmezden gelerek ona işkence eden bendim. Birdenbire bahçeye dönüşen Artemis’ti. “Berrak bir ışık huzmesi altında büyümeye başladı…kendi heybeti altında bayılıyor gibiydi.” Ve dünyanın sonunun korkunç bir gününde, o, “Bakire öldü…Ebedi gece başlıyor ve çok korkunç olacak. İnsanlar artık güneşin olmadığını fark ettiklerinde ne olacak?” Kayboldu, tekrar ortaya çıktı ve yine kayboldu benim hatam yüzünden! Onu çok geç fark ettiğimde, ona ulaşacak güce sahip değilken -şimdiki zaman kullanmıyorum- Tüyler ürpertici gerçeğin cümleye dökülmesi çok geç olmuyor -ona ulaşacak güçten hala yoksun durumdayken, açıkça, berrak bir bilinçle onu işkencelere sürüklüyorken, iskeletinin girinti ve çıkıntılarında parçalıyorken onu, insan görünümü içine sokmak için eğip bükerken onu, “Artık çok geç! Kayboldu o! …Anlıyorum- beni kurtarmak için son bir çaba harcamıştı; bağışlanmanın hala mümkün olduğu o nihai anı ıskalamıştım…”
“…Ebedi İsis, kutsal ana, kutsal eş”, bazen, antik Artemis biçiminde, bazen Hristiyanların Bakire Meryem’inin çizgileriyle”. O, Ay kısacası, “On üçüncü” Artemis… “Bu yıldızın benim ruhumun kız kardeşleri olan bütün ruhların sığınağı olduğunu ve dünyada bir gün tekrar doğacak olan acılı “ruhlar”la dolup taştığını düşünüyordum[36]…” Onda sevdiğim her şey, bütün biçimlerin güçlü Mâyâ’sı, sana işkence etmeden duramam, derimin içinde inlediğini duyuyorum, çünkü sen olmak istiyorum ve seni, acı çektiğin bu saçma insan kalıbının içine girmeye zorluyorum…ama dönüştüğüm Bu’nun ebedi özdeşi olan sen, sen bütün gözlerden de de kaçıyorsun bazen (Meyrat, ooo! Ne demek istediğimi biliyorsun), evet bazen, çifte yüzünün korkunç oyunu, insani mezarımın sefaletinin sefaletini bozuyor, bazen insani derimin hüzünlü kör vadisini bulandırıyor, beni kuşkuya düşürüyor ve nemli ipek bir peçe yırtılarak koşuyor durmadan tozla dolu gözlerimin bulunduğu yüzümde ve -bazen- bu korkunç kuşku (ah ne zaman geri dönüşü olmayan, acının iskeletine hiç dönmeyecek olan ışıltılı kesinlik olacak?) bu kuşku; burada tuttuğum şey, bu ışıltılı yüz, ah! Ansızın, bunun sadece onun Hayalet’i olduğunu bir kez daha fark etmeyecek miyim, -ama anlıyorsunuz, bu Hayalet’te bütün zamanların gezgin Ölü Kadını’nı, soğuk Lilith’te vücut bulmuş büyük dişi bir vampirden başka bir şeyi görmediğimizde dehşet içinde çığlık atabiliriz ancak.
[1] Bu yazı Dünyaların Çoğulluğu e-dergisinin 10. Sayısında yayınlanmıştır (bknz. https://dunyalarincogullugu.com/)
[2] Bu Şehrin Aurélia’daki betimlemesini tekrar okuyalım: ayrıntıların çoğunu doğrulayabilirim. Ancak uzun zaman önce 1925 yılında ağustos ayının sonuna doğru, Roger Vailland’ın aşağıda alıntısını bulacağınız iki mektup aldığı hesaba katılırsa söz konusu betimlemeyi ilk defa okuduğumda duyduğum sıkıntıyı hayal etmeye çalışırsınız:
Birincisi Robert Meyrat’ya aitti ve Manş Denizindeki bir plajdan gönderilmişti: “Biz… tüysüz kiremitli çatılarla ve sonsuz çaresiz hayallerle dolu, hep gece şehri olarak kalacak bir gece şehrinde bizler gerçekten münzevilerdik. Oysa kaçış kararı verilmişti ve Daumal, sen, Gilbert-Lecomte ve ben şehrin kiremit sırtları ve olukları boyunca, gaz muslukları yanında pusuya yatmış aynasızlardan kaçarak kedi gibi yürümüştük. Nihayet, gür sardunya yatakları olan geniş bir bahçede buluşmuştuk. Dünyanın boyunduruğundan kurtulacaktık nihayet. Sen benim için iri, güzel kokulu beyaz çiçekler toplamak istemiştin. Belki de aromaydılar. Uzun beyaz taç çiçeğini surat asarak bana uzattın. Sonra Kadınlar ortaya çıktı ve biz tutsak kaldık, çünkü sen bana çiçek vermek istemiştin.”
Diğeri bendendi ve Reims’ten geliyordu: “Bu gece Nouvelle’deydim- Mont Saint-Michel’den biraz daha büyükçe ve H… ve L… ile aynı biçimde bir ada; Hapisteydik. Dünyada olabilecek en kolay şekilde kaçmıştık ve yüzerek Avrupa’ya varmaya karar vermiştim. Zirveye çıktım Doğu’ya gitmem gerektiğini bilerek batan güneşe baktım…. Sonsuzcasına, çatılar, düzensiz bir biçimde birbirinin üzerine yığılmış çatılar, ufka kadar, şehir bitmez tükenmez evler şelalesi halinde akıyor. Üçümüz de batı kıyısına doğru iniyoruz, Pigalle Meydanına benzeyen bir yolu izleyerek (Muhtemelen o anda Gilbert-Lecomte oradaydı) …Taşıdığım sepetten kahverengi benekli, ikiye katlanmış bronz yeşili bir sopa çıktı; bunun bir yılan olduğunu anlayınca onu yere fırlattım; seri hareketlerle birkaç metre süründü, sonra oradan oraya sürünerek çırpınmaya başladı. Genç bir kız bir ipe bağlı bir maymunu oynatıyordu. H… hemen kızla flört etmeye başladı. Uçsuz bucaksız şehri tekrar gördüm ve büyük bir çabayla onu tıpkı odama benzeyecek şekilde değiştirdim. Kendimi hafifçe uyanmış buldum. Bu rüyanın yalvaçsı bir rüya olduğundan eminim, ama hala neye yoracağımı bilemiyorum.
Bugün açık tesadüflerin ve çok daha önemlisi, Drama’nın orada gerçekten yaşamış olanlar tarafından anlaşılacak söyleminin altını çiziyorum.
[3] Gérard de Nerval, Aurélia, Rüya ve Yaşam, çev. Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi, İstanbul, 2001, s. 28. (Ç. N.)
[4] A.g.e.s. 58-59 (Ç. N.)
[5] Kobra yılanının Hint Mitolojisindeki adı. Nobel ödüllü ünlü Fransız yazar Jean-Marie Gustave Le Clézio’nun baş karakterlerden birinin adı Naja Naja olan Voyage de l’autre côté (Öteki Tarafa Yolculuk) adlı güzel bir romanı vardır. (Ç. N.)
[6] Le double (Ç. N.)
[7] Gök cismi anlamına gelen Fransızca l’“astre” kelimesinin sıfat biçimi. (Ç. N.)
[8] Yahudi mistisizmi “Kabala”nın en önemli kitabı.
[9] l’Ėtoile (fr.) (Ç. N.)
[10] Le rayon (fr.) (Ç. N.)
[11] Chemins de l’espace astral (Ç. N.)
[12] Le Soi (Ç. N.)
[13] Prashna Upanishad, III, 6, 7. – Victor Hugo Üç Ayaklı Masasını kullanarak André Chénier’nin, giyotinle idam edildiğini anlatırken şöyle diyor: «Işık şeffaf damarlarımdan akıyor.» (Gustave SIMON, Les tables tournantes de Jersey, Paris, 1927.
[14] Gérard de Nerval, Aurélia, Rüya ve Yaşam, çev. Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi, İstanbul, 2001, s. 19. (Ç. N.)
[15] Le Royaume Souterrain (Ç. N.)
[16] Bknz: SAINT-YVES D’ALVEYDRE, Hindistan Misyonu. – F. OSSENDOWSKY, Hayvanlar, insanlar ve tanrılar. – René GUÉNON, Dünyanın Kralı.
[17] Les élémentaux. Toprak, hava, su, ateş olarak bilinen dört temel elementten söz edilmektedir (Ç. N.)
[18] Nerval’in burada Hindu geleneğine diğer okült geleneklerden çok daha yakın oluşu dikkat çekicidir; çoğu okültist sadece dört elementten bahseder, hava, su, ateş ve toprak, bunların içinde Sylph’ler (Periler, Periler), Ondine’ler, Semenderler ve Gnomlar yaşar. Sadece Hindular beşinci bir element olan eteri de bunlara dahil ederler ve Nerval’in bahsettiği Dives kesinlikle eterin efendisi Indra’nın hüküm sürdüğü ‘parlayanlar’ olarak adlandırılan Devalar’dır. Bu elementlere, önsel belirlenimleri olan, yani tüm rastlantısal özellikleri yok sayıldığında kendi içlerinde ne iseler o olan temel özlerinin veya bu elementlerin ilkelerinin (tanmâtras) karşılık geldiği de eklemek gerekir; oysa Nerval şöyle der: “Bu varlıklardan biri her öldüğünde, daha güzel bir biçimde yeniden doğar ve tanrıların görkemini dile getirir.”
[19] Gnom (Ç. N.)
[20] L’oiseau (Ç. N.)
[21] L’harmonie des sphères (Ç. N.)
[22] Lama ailé (Ç. N.)
[23] Sırasıyla Ruhçağıranlar Le charnier de l’histoire universelle, le Pacte des Eloïms, le partage du monde, la genèse monstrueuse, l’évolution des races, les Nécromants maudits
[24] Gérard de Nerval, Aurélia, Rüya ve Yaşam, çev. Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi, İstanbul, 2001, s. 35
[25] Le Pardon Final
[26] Gérard de Nerval, Aurélia, Rüya ve Yaşam, çev. Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi, İstanbul, 2001, s. 64. (Ç. N.)
[27] Kırmızı Metal belki de “bugün sadece adından haberdar olduğumuz metaldir” der, Platon ama o zamanlar gerçek bir metal olan orikalkum, Atlantis Adası’nın birçok yerinde topraktan çıkarılır ve metallerin en değerlisi olarak görülürdü” (Critias) Ben de mavi metali sık sık hayal ettim.
[28] Bireyin spiritüel gelişimi için, ‘spiritüel tesir’i alıp aktarabilen bir üstadın sıkı ve sürekli kontrolü altında, bir düzen ve disiplin içinde, deneyimlere dayalı ve yöntemli olarak eğitimi şeklinde tanımlanmaktadır. (Ç. N.)
[29] Katolik kelimesinin gerçek anlamını (“Evrensel!”) bugünkü anlamından ayıran farkı düşündüğümde, Katolik etiketi altında toplananların gösterişçi rezilliğini hemen fark ediyorum.
[30] Gérard de Nerval, Aurélia, Rüya ve Yaşam, çev. Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi, İstanbul, 2001, s. 11,12. (Ç. N.)
[31] Gérard de Nerval, Aurélia, Rüya ve Yaşam, çev. Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi, İstanbul, 2001, s. 78 (Ç. N.)
[32] Erdoğan Alkan, özgün metindeki “incarnation” (enkarnasyon) kelimesini “görünüm” olarak çevirmeyi tercih etmiş. (Ç. N.)
[33] Erdoğan Alkan, özgün metindeki “mystique” (mistik) kelimesini “gizemli” olarak çevirmeyi tercih etmiş.
[34] Gérard de Nerval, Aurélia, Rüya ve Yaşam, çev. Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi, İstanbul, 2001, s. 11,12. (Ç. N.)
[35] LAO-TSEU, Tao-Te-King, VI
[36] Hindistan’ın veda metinlerine göre, ruhun ölümden sonraki yolculuğunda, ay bir daha geri dönülemeyen, “tanrıların yolunun” bulunduğu bölge ile yeniden doğuşlar bölgesi arasındaki sınırı temsil eder; “ölülerin ruhlarının yolu”nu izleyen ruhlar bedensel dünyaya dönmeden önce orada kalırlar. Bu sembol zaten evrensel bir semboldür (Diana, çift-yüz, Janus bifrons, Janua cœli, vb.)
René Daumal (çev. Şevket Kadıoğlu)